Merkez medyada siyasi ahvalle ilgili analizler çeşitli, ama ortak nokta tek:
AK Parti'nin yaşanan krizdeki sorumluluğu…
Deniyor ki, "AK Parti şunları yapmasaydı böyle olmazdı", ya da "şöyle yapsaydı bunlar olmazdı…"
Türkiye bir darbe süreci yaşıyor ve sıkça olduğu gibi bir kesim insan, gazete, yazar, aydın bu süreci, faturayı onun mağduruna çıkararak tabiileştirmeye çalışıyor.
Darbeleri siyasetçinin bıraktığı boşlukla ya da hatasıyla açıklayan "Türk resmi akademik görüşü" bir kez daha sahneye çıkmış, "hijenik laikçi anlayış"ın sağcısından solcusuna, kemalistinden liberaline her siyasi kıvrıma şu ya da bu düzeyde sinmiş durumda.
Başörtüsüne ilişkin anayasa değişikliği yapılmasaydı ya da tek başına yapılmasaydı diyor bazıları. Yapılmasaydı, bu kez Abdullah Gül cumhurbaşkanlığına aday "olmasaydı"ya gidecekti iş.
Makarayı daha da geriye sarmak mümkündür.
Ve sardıkça meselenin "AK Parti olmasaydı", "yüzde 47 oy almasaydı"ya kadar gideceği açıktır…
"Gerçek" aslında budur.
Hedef siyasi iktidarın politikaları değil, bizzat kendisidir, hatta doğrudan doğruya siyaset mekanizmasıdır. Laiklik, başörtüsü ise işin bahanesidir…
Siyasi ahlaktaki düşüklük sadece kimilerinin bunu itiraf etmesini engelliyor.
Bir siyasi partiye ve uygulamalarına yönelik kuşkular, sorular ve sorunlar elbet doğaldır. Laiklik, demokrasi uygulamaları da dahil olmak üzere AK Parti'ye yönelik kimi sorular siyasetin ve demokrasinin gereğidir. Ancak aynı demokrasi, bu kuşku ve soruları bir darbe sürecinin bahanesi yapmaya da engeldir.
O zaman bir başka gerçeğin daha altını çizmek gerek:
Evin içindekileri ortalığa saçmak için hırsıza omuz vermek, tüm suçu ve sorumluluğu ise ev sahibine çıkarmak, o hırsıza ortak olmaktan başka bir şey değildir.
Nitekim öykü şimdi başlamadı…
AK Parti iktidar olduğu gün başladı.
Yargıtay Başsavcısı gerek iddianamede gerek esas hakkındaki mütalaasında, AK Parti'nin 5,5 yıllık iktidarından boşuna söz etmiyor.
Taraf Gazetesi günlerdir belgeleriyle manşetten düşürmüyor: AK Parti'nin 2002 Kasım'ında iktidara gelmesinden hemen sonra, Jandarma İstihbarat Dairesi bünyesinde Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur tarafından, bugün hâlâ faaliyette olan bir "Cumhuriyet Çalışma Grubu" kurulmuş.
Böylece sivil toplum ve siyaseti yönetme ve yönlendirmeyi temel alan bu grubun, daha ilk günden itibaren AK Parti'ye yönelik askeri bir müdahalenin zeminini hazırlamaya çalıştığını öğreniyoruz. Bu çerçevede, Ulusal Birlik Hareketi adı altında, suretlerinden bir tanesi Cumhuriyet mitinglerinde ortaya çıkacak "militarize sivil toplum örgütleri şebekesi"nin etkinliğini bir kez daha görüyoruz. CÇG'nun 28 Şubat'ın üretimi rektörler düzeni ile yakın ilişki içinde, öğretim üyesi fişleyerek, siyaseti dizayn çalışmaları içinde olduğunu anlıyoruz…
Aklımıza 2003-2005 arası hükümete laiklik ve üniversite kanunu vesilesiyle ve yeniçeri edasıyla kazan kaldıran, meydan okuyan ilk yapının, YÖK ve Üniversiteler Arası Kurul olduğu geliyor.
Ayrıca Nokta Dergisi'nde yayınlanan dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in günlüklerinden biliyoruz ki, önce üç kuvvet komutanı ve Jandarma Genel Komutanı, ardından tek başına jandarma komutanı 2003 ve 2004 yıllarında, iki kez sivil toplum örgütleri, üniversiteler ve asker işbirliğine dayanan darbe hazırlığı yapmışlar.
Son 6 yılın tarihi gün ve gün yeniden yazılırken, AK Parti'ye yönelik tasfiye hareketinin derinliği ortaya çıkarken, "dün ve bugün arasında bağlantı noktasını 27 Nisan Muhtırası'nın oluşturduğu bir süreklilik" ortadayken, "sorunun siyasetçinin ve siyasi iktidarın zaafiyetinden ya da politikalarından kaynakladığını söylemek, tek kelimeyle, ahlak-dışı"dır.
Olan, 27 Nisan'da başarısızlığa uğrayan hamlenin yenilenmesidir…
22 Temmuz'a yönelik bir yanıttır.
Evet, ülkede bir güç ve iktidar mücadelesi var…
Bu mücadele AK Parti taraftarlarıyla karşıtları arasında değildir.
Vesayetçi bir anlayışla demokrasi arasındadır.
Bu mücadele "seçilmişleri devirmeye çalışanlar"la "seçilmişleri korumaya çalışanlar" arasındaki mücadeledir.
Yeni Şafak Gazetesi