Bireysel ve toplumsal hayatımız gibi siyasal hayatımızda da yakın geçmişe dönük olarak sarf edilmiş pek çok ‘ah keşke’ mevcuttur. Ancak insanoğlunun yanlış tercih, eksik irade veya hatalı çözümleme sebebiyle zuhur eden pişmanlıkları esasen yaşanmış tecrübelerden gerekli ibretlerin alınmayışına bağlıdır.
24 Haziran seçimlerinin sürprizlere ne kadar açık olduğunu görmeye sayılı günler kaldı. Elbette geriye doğru sonuçları okumak daha kolay ve sağlıklı verilere dayanacaktır. Lakin asıl mesele 24 Haziran gecesi açılan sandıkların siyasal söylem ve kadroların hangi doğru ve yanlışlarına yaslanarak belirginleştiğini önceden tespit edip gerekli tedbirleri hızla devreye sokabilmekte saklıdır.
Katkıları Yok, Hakları Çok!
Saha araştırmalarının belki de en az gündem olduğu bir vasatta seçmenleri etkilemek üzere tüm imkân ve kadrolarıyla seferber olan siyasetin sadece ortaya çıkacak sonuca odaklanmak gibi bir saplantıyla hareket etmesi düşünülemez. Bu sebeple aşağıdan yukarıya veya yukarıdan aşağıya sonuçları etkilemesi muhtemel fakat üzerinde gereğince durulmayan birkaç hususa değinmeye çalışalım.
İçerisinde yer aldığı için muhakkak ki BBP lideri Mustafa Destici’nin de Cumhur İttifakı’nın geleceğine dair dilediği gibi konuşma hakkı vardır. Ancak Cumhur İttifakı’na eklemlenmiş bir parti ve liderinin AK Parti’yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ilzam edecek türde bir sözcü gibi konuşmalar yapması ne derece makul ve ne derece faydalıdır acaba? Üstelik bu konuşmaların hikmet ve ibretlerle dolu siyaset felsefesi dersleriymiş gibi mütemadiyen kamuoyuna lanse edilmesinden ne gibi stratejik kazanımlar umulduğu da fazlasıyla meçhulken! Mesela sayın Destici “HDP’nin barajı aşmaması gerekir” diyor ama BBP’nin aldığı oy oranının % 1’in altından % 10’lar seviyesine nasıl çıkarılacağına dair de hiçbir somut yol haritası çizemiyor. Tamam, Cumhur İttifakı 350 hatta 400’ün üzerinde milletvekili çıkarsın da bu zaferde BBP’nin ve Destici’nin katkısı ne olacak sorusuna da bir zahmet somut cevaplar aransın.
Konjonktürel gelişmelere göre büyüklü küçüklü veya sağdan soldan muhtelif siyasi partilerle seçim ittifakları kurmakta pek fazla bir beis yok. Ancak ittifak adı altında siyaset ve toplumun bugünü ve geleceği üzerinde günden güne erimekte olan aşırı sağcı partilerin ipotek koymasına da müsaade edilemez herhalde. Bu bağlamda MHP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan’ın bir iftar programı münasebetiyle yaptığı konuşmadaki şu vurguyu atlamak olmaz: “Türkiye artık MHP’siz yönetilemez”. Hayır, bir siyasi partinin ve lider kadrosunun uçuk kaçık dahi olsa iddialarının bastırılması taraftarı değilim. Ancak “Artık MHP’siz yönetilemeyecek Türkiye” mottosu Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’nin taban desteğini olağan üstü bir biçimde genişletmesine değil de AK Parti’nin başarısına bedelsiz ortak olmasına itiraz edilmeli değil mi?
“Seçim çalışmalarında her zaman böyle lakırdılar edilir, üzerinde durmaya değmez” diyemeyeceğim. Çünkü 24 Haziran seçimleri sonrası devlet yönetimini AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi kadroları arasında paylaşılacağını iddia eden Celal Adan, Cumhur İttifakı’nın gerekçelerini izah ederken dahi Mustafa Kemal’in Kuvvayı Milliye’sinin çağdaş versiyonuna, “sözkonusu vatansa gerisi teferruattır” gibi hukuksuzluğu ima eden bir takım ulusalcı propaganda yöntemlerine referanslar veriyordu. Kim kızar, kimler telaşlanır bilemem ama “24 Haziran’a kadar görmeyelim, ses etmeyelim” yaklaşımı AK Parti cephesinde önemli boyutlarda zararın yaşanmasına sebep olabilir.
Eski ve Çirkin Aktörlere Neden Yanaşılmamalı?
Muharrem İnce’nin erotik şiirlerini kritik etmekten, Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu’nun kimlere hizmet ettiği üzerine yeni bilgi ve belgeler deşifre etmekten sıra gelmiyor olabilir ama son düzlüğe çıkılan yarışta bazı sembolik isimlerin öne çıkarılması sadece AK Parti adına değil bilakis bütün bir Türkiye namına hiç de hayra işaret sayılmaz. Mesela İçişleri ve Adalet eski Bakanı Mehmet Ağar’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, AK Parti’yi ve Cumhur İttifakı’nı desteklemek üzere verdiği beyanlar için sahibini bağlar diyelim (ki engellemek de lazım değil). İyi ama Elazığ’daki mitingde Ağar’ın Başbakan Binali Yıldırım ile birlikte sahneye çıkarılmasına ne demeli?! Milletvekili adayı yapılan oğlu Zülfü Tolga Ağar yerine ‘küçük bir sürpriz’ yaparak babası Mehmet Ağar’ı sahneye davet edip seçmenlere takdim ederek verilmek istenen mesaj toplumda ne kadar iç açıcı, gösterilmek istenen istikametse ne derece güven telkin edici olarak algılanabilir?
Evet, siyasal pragmatizm bağlamında bakıldığında Ağar’ın Elazığ başta olmak üzere milliyetçi tabandan ciddi bir desteği AK Parti’ye kaydıracağından şüphe yok. Peki ya Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri ve Adalet Bakanlığı yaptığı dönemlerde başta Susurluk skandalı, faili meçhul cinayetler, işkence ve kötü muameleden 27 Nisan e-Muhtırası’nda oynadığı role kadar işleyişinde yer aldığı hukuksuzluklar dolayısıyla birlikte verilen bu resimler, bünyelerinde haklı öfke ve tepkiler biriktirmiş kitleleri nereye doğru iter veya çeker? Toplumun hiçbir kesimini bir yere itmese veya çekmese bile verilen bu resimler AK Parti’nin bürokratik oligarşiye karşı verdiği 12 yıllık zorlu mücadeleyi gölgelemez mi?
Garip ama Mehmet Ağar’ı sahnenin önüne çıkmaya mecbur kılan “milli görev” dönemin Başbakanı Tansu Çiller’i de şahlanan “milli şuur” hisleriyle meydanlara sürüklüyordu. Karikatürize edilmiş, kötülüklerin bir numaralı sorumlusu ilan edilmiş bir Çiller tipolojisi doğru değil elbette. Rahmetli Necmettin Erbakan ile koalisyon kurma kararı neticesinde ipinin tümden çekildiğini de asla unutmayalım. Fakat bütün bunlarla birlikte Çiller popülizminin hangi temellere yaslanarak Türkiye’yi iktisadi ve siyasi buhranlara sürüklediğini de akıldan çıkaramayız.
Toplumda az da olsa bir karşılığı olan tüm siyasi aktörleri kuşatmanın, sürecin olumlu ilerlemesine katkı yapacak bir kıvama getirmenin zarureti de faydası da inkâr olunamaz. Ancak eski Türkiye’nin, bürokratik oligarşinin, Kemalist vesayetin söylem ve sembollerini, aktör ve örgütlerini hiçbir özeleştiri vermeden, pişmanlık belirtmeden saflara katılmaya davet etmek kısa bir süre sonra çok yüksek sesle “ah keşke” dedirtebilir AK Parti’ye. AK Parti şu kısa yazıda anılan aktör, kurum ve siyasi teamüllerle kıyasıya mücadele ederek hatta savaşarak toplumunun hukukunu teminat altına aldığı için 16 yıldır kesintisiz bir biçimde iktidar oldu.
Korkmadan, korkutmadan ve de toplumu uzun yıllar korkutarak, sindirerek siyaset yapmış aktörlere yanaşmaya hiç tenezzül etmeden 24 Haziran’a doğru ilerlenmeli. Türkiye’nin önünü açacak siyaset beka kaygısı üzerine değil adalet, güvenlik, özgürlük ve refah gibi en hayati ihtiyaçların daha da güçlendirilerek teminat altına alınacağına dair strateji üzerine kurularak elde edileceği aşikârdır. Dünden bugüne toplumu milliyetçi-ulusalcı-Kemalist siyaset tarzının karşısında AK Parti’yi desteklemeye, sahiplenmeye teşvik eden temel gerekçelerde hiçbir değişiklik olmadığı ise hiç unutulmamalı. Çünkü AK Parti’yi toplumsal iradenin temsilcisi kılıp resmi ideoloji ve devlet sınıfları karşısında güçlendiren asli unsur ahlaki ve hukuki meşruiyetidir.