Dünyaya Batılı bir gözle bakmayan toplumları “kurtarıp özgürleştirme” görevini kendine borç bilmiş ABD bir kez daha başaramadı. Dolayısıyla kadınları kurtarmak için hayatlarını vakfetmiş kesimlerimiz karalar bağlamış gözüküyor.
Dünyada kadınların yaşadıkları sıkıntıları örten, yeni ezilme biçimleri üreten güç ilişkilerini görmezden gelen olguların başında kadınlara yönelen baskıların dinle açıklanması geliyor. Oysa bugün kadınların en büyük sorununun temelinde, kapitalist Batının “kadının kişiliğini değiştirme hakkına sahip olma” arzusu vardır. Değişmesi gereken kadının sahip olması gereken nitelikler ise Batılı ve beyaz kadında hayat bulmuş. Belirli bir dilde konuşan, belirli şekilde giyinen, belirli ürünleri tüketen, statüsü evrensel kadın. Bu kadınınözelliklerini paylaşmayan kadınlar sanki kadın olamamaktadırlar.
Batıda insan haklarıyla ilişkilendirilen standartlar,Müslüman kadınları baskılayan bir model olarak kullanılıyor. Müslüman kadının sorunları Batılı beyaz kadın modeli üzerinden konuşuluyor. Her şeye rağmen Müslüman kalmaya çalışan kadınlar ise kapitalist Batının reklam unsuru, tüketim nesnesi, cinsel tatmin aracı olarak hayat bulan kadınına alternatif olarak tehlike arz ediyorlar. Afganistan hâlihazırda birçok açıdan boşlukta olan bir ülke. Sanal olgular insanların ufkunu o denli kuşatıyor ki; gerçeklerin farkına varmak, bununla alakalı sorumlulukları üstlenmek, böyle bir ortamda oldukça zor gözüküyor. Sözünü ettiğimiz Müslüman kadınların anlaşılması da,insanların ufkunu kaplayan sanal dünyaların, bu dünyalar tarafından kışkırtılan başarı ve mutlulukmitlerinin sorgulamasıyla mümkün.
Dünyanın neresinde olursa olsun feodal yapılara has kuralların İslam’a ve İslamcılara mal edilmeye çalışılması doğru değil. İlerlemenin ve gelişmenin, çağdaşlığın ve medeniliğin kendinde olanı inkâra ve aşağılamaya, yerli olan her şeyden tiksinti duymaya bağlandığı bir modernlik anlayışı modası geçmiş bir retorik. İslamiyet’i az çok bilen birisi bile, dinimizin kadını erkekten aşağı gördüğü, kadının erkek için yaratıldığını vazettiği görüşünün kusurlu ve önyargılı olduğunu fark eder. Dolayısıyla ne din olarak sunulan geleneksel, muhafazakâr ve feodal paketlerin; ne de dine karşı ileri sürülen modernist seküler paketlerin taarruzlarına yenilmemek gerekiyor.
Modern kadına hep görünüşü üzerinden yaklaşıldı. Bu yüzden derinlikten yoksundu. Oysa sürekli yaşı ile gündem olan Hz. Aişe’nin şahsiyetli kişiliği bize, varlığını kocasının varlığında eritmeyen kadınlar olarak anlatılmadı ya da çok az anlatıldı.
Müslümanlar “Batılı beyaz kadın” statüsünün bütün kadınlar için bir modelolarak ileri sürülmesini her zaman sorguladı. 80’li yılların başlarında üniversite kapılarında görülmeye başlanan başörtülü kızlar sadakat, tevazu, sosyal duyarlık gibi konularda farkındalık oluşturdular. İslamcılık bilinçlenmeye yaptığı vurguyla birey sorumluluğunun altınıçizen, sosyal adaletin sağlanmasını talep eden bir hareketti. Yine kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi Allah’a kulluk esasına bağlı olarak dengeli bir çerçeveye oturtuyordu. Namus ve iffetin korunması kadın kadar erkeğin de sorumluluğundaydı. Sırferkek olarak yaratılmış olmak, kişiyi daha saygıdeğer ve haklı kılan bir özellik olamazdı.
İslamcılık; inandığı gibi yaşamanın gerekliliği, öğrenilen bilginin hayata geçirilmesine dair sorumluluk; kitabi bilgiyi mevcut hayatın ritmiyle yaşama tecrübesiydi. Yani modern dünyada dine uygun bir şekilde yaşama ve temsil etmeye ilişkin kaygının adıydı. Dolayısıyla kızların inandığı şekilde eğitim alma haklarını hayatı pahasına savunan kimselerin, kadınları ikinci sınıfinsan saydığını söylemek ideolojik körlükten başka bir şey değildir.
Başörtüsü yasaklarının gösterdiği ayrımcı muameleler binlerce genç kızı fazlasıyla etkilediği halde, Türkiye’deki seküler duyarlılığa sahip kesimlerde ve örgütlenmelerde ‘sorun’ olarak sayılmadı. Bunun en önemli sebebi, genelde örtünmenin özelde başörtüsünün ‘kadını ikinci sınıf sayan şeriatçıların bir simgesi’ olarak görülmesiydi.
Flora Tristan “Bir Paryanın Notları” isimli gezi kitabında Perulu kadınları anlatıyor. “Saya” denilen bir etekle, başın üzerinden omuz ve kolları kapatacak şekilde örtülen mantodan oluşan sokak giysileri hakkındaki görüşleri dikkate değerdir: “Saya, hangi sınıfa ait olursa olsun bütün kadınların giydiği milli bir giysi. Müslüman kadınlar başörtüyü nasıl kullanıyorsa, Peru’da da saya aynı şekilde kullanılıyor. Eğer bir erkek, saya giymiş bir kadının bir gözü dışında bütün yüzünü kapatan mantosunun bir ucunu kaldırmaya kalksa, toplumun kızgınlığını üzerine çeker ve sert bir şekilde cezalandırılır (…) Sayalı kadınlar yolda karşılaştıkları birisi ile eğer sohbet etmek istiyorlarsa konuşurlar ve sonra, yüzünü örtme olanağı bulunmayan erkeklerden çok daha serbest ve bağımsız olarak, çevrelerindeki insan kalabalığı içinde yollarına devam ederler.”
Tristan bu kıyafetin Perulu kadınlara, Avrupalı hemcinslerinin sahip olmadığı bir özgürlük getirdiği görüşündedir: “Kadınlar sayaları altında özgürdür. Bağımsızlığın tadını çıkarır. İçinden gelen isteklere göre davranır. Kendine sonsuz güvenin gerçek huzuru içindedir. Dolayısıyla çocukluklarından beri kanun, gelenek, adet, önyargı, moda, kısaca söylemek gerekirse çevrelerindeki her şey tarafından bir köle durumuna getirilmiş olan Avrupalı kadınlardan çok daha başka bir düşünce tarzına sahip oldukları kolayca anlaşılır.” Tristan’ın bu anlattıkları adeta, Ahzap suresi 59. Ayetin tefsiri gibidir.
Bununla birlikte Türkiye gibi modernleşmekte olan Müslüman toplumların modernist aydınlarının kafasında ‘özgür’ kadın tipi çok farklıdır. Şık, bakımlı, belli ürünler tüketen, kilosuna dikkat eden, başarılı olduğu ölçüde değerli, hayatı iş seyahatlerinde geçiyormuş gibi gözüken, kendini seven ve hayatın merkezine kendini alan bir kadın tipi. Bireyci, hazcı, aşırı tüketimci ideolojiden payını alan bir kadın. Bu anlayışın hiyerarşileri daha da derinleştirdiği, ‘kurtulmuş’ kadının medya ve reklamlar kanalıyla sürekli pompalanan imgelerinin, öteki kadınlar üzerindeki baskıyı daha da artırdığını söylemek yanlış olmaz.
Batılı beyaz kadın modeli sadece ataerkillik ve dinsel baskılar üzerine odaklandığı için mesela ırkçılıkla mücadele eden siyah kadınların sorunlarına da ilgi duymaz. Hatta Afrikalı ve Asyalı kadınları Batının ‘ilerici’ adetlerine göre özgürleştirmeye çalıştıkları için etnosantrik bir tavır takınırlar. Dolayısıyla bu faşizm ortamında, ekonomik sömürünün nimetlerinden yararlanabildikleri ölçüde, ezilen değil ezen olduklarını görmek istemezler. Ayrıca başörtüsü, peçe ve burka takanları anlama çabasına girmezler. Öyle ki,“burka” nedeniyle Afganistan’ın işgaline destek olurlar. Başörtüsüne karşı gösterilen tepki veyasakların bu insanlar için bir sorun olmaması da kurtulmuş ve özgür sayılan kadın tanımıyla yakından ilgilidir. Dolayısıyla Batılı beyaz kadın ol(a)mayan tüm kadınlar ötekileştirilir ve kurtuluş mücadelesinin nesnesi olması hedeflenir. Kurtuluşu için beyaz kadın modeline ulaşmaya çalışan ‘öteki’ kadın için bu yolculuğun ilk basamakları, kendinde olanlara yönelik bir inkâr ve olumsuzlama olacaktır.
Haremde tutsak, kurtarılması gereken Müslüman-Şarklı kadın etrafında oluşturulan edebiyat, Batılı sömürgecinin, gezginin, yazar ve şairin, bir ülkeye müdahalede bulunma hakkının gerekçelerindendir. Bush’un Afganistan’ı işgal ederken kadın haklarını ileri sürmesi gibi. Oysa ABD Afganistan’a müdahale etmeden önce dünyanın ve ABD’nin gündeminde bir ‘Afganlı kadın’ problemi yoktur. ABD işgalinin ardından kadınların durumunda herhangi bir iyileşme de görülmemiştir. Aksine namus ve iffetlerine yan gözle bakılan, rıza göstermedikleri zaman işkenceye maruz bırakılan, zindanlarda çürütülen bu kadınlar, bugün yaygara kopartanların gündeminde hiçbir zaman olmamıştır. Sanki ABD’nin temsil ettiği Batılı elin şöyle bir dokunması bütün sıkıntıları sona erdirmiş, tüm sorunları çözmüş sihirli bir eldir. Bu el 20 yıl sonra ülkeyi terk edince tekrar bağırmaya başlamaları tesadüf olmasa gerek. Sahi bugün “Afganlı kadın”ların derdine düşenlerin, ABD zindanlarında insanlık onuruna yakışmayacakmuamelelere maruz kalan Afiye Sıddıki hakkında söyleyecek bir sözleri yok mudur?
Doğulu kadını, esaretten kurtulmak için Batılıların yolunu gözleyen tutsaklar olarak tahayyül ve tasvir etmekten vazgeçin artık. Batının özgürlük ve eşitlik talebi Müslümanlara ırkçı bir tutumla yaklaşan bir özelliktir. Batı, Doğulu ve Müslüman kadınlaraaşağılama dolu kitap, fotoğraf, belgesel ve filmlerle, anket ve istatistik verileriyle bakar.
Buna Amerika’da yaşayan İranlı Azer Nefisi’nin yazdığı, Batıda çok satan kitaplar arasında bulunan ‘Tahran’da Lolita Okumak” kitabı örnek olarak verilebilir. Bir Amerikalı bakışı ve hissiyatıyla yazılmış olan bu kitabın hedef kitlesi Müslümanlar değil, Amerikalı kadınlar ve gençlerdir. Kitapta yer alan mesela: “Müslüman erkeklerin evlenmek için hala dokuz yaşında kız çocuğu aradıklarına” dair anlatım kadar hangi anlatım, Müslüman erkekleri aşağılayabilir? Amerikalı okuyucu bu kitabı okuduktan sonra sekiz-dokuz yaşlarındaki Müslüman çocuklar hakkında nasıl bir kanaat edinecektir? Kitap, Doğulu ve Müslüman kökenli yazarın aslında kendinden nefret eden, kendine isyan edenzihnini yansıtıyor.
Ancak bir tarafta çağdışılığı, özgür düşünceye yönelik baskıyı temsil eden yönetimler; diğer tarafta demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü gibi söylemleri temsil eden ABD vardır. Dolayısıyla baskı rejimleri altında yaşamanın oluşturduğu çaresizlikle ABD’nin demokrasi havariliğine inanmaya mecbur bırakılır insanlar. Kendileri için doğru ve iyi olanı seçmek konusunda karar verebilecek görüş berraklığından yoksundurlar. Bir tarafta kadınların ekonomik özgürlüğüyle, bağımsız kişilik ve bireysel gelişmesini sağlayan her türlü hakla birlikte konuşulan bir süreç, diğer tarafta ise Taliban örneğinde somutlaşan “Kadınları burkalarıyla birlikte evlere ve harem hayatına hapseden bir dindarlık!” Bu propaganda seline kapılmayacak insan sayısı çok fazla değildir sanırım.
Doğulu-Müslüman bir kadından sözedilecekse bile bu kadın, Batılı beyaz kadın üzerinden incelenen, ölçülüp biçilen ve yeniden tasarlanması gereken eksik, sorunlu ve kusurlu bir kadındır. Modern dünya bu kadınlar adına konuşmaya atılmak yerine onlardan öğrenmeyi, onlarla konuşmayı, öğrenmelidir. Üzerinde çalışılan, hakkında konuşulan kadın gerçekte kimdir? Mutsuzsa, benim tasarladığım gibi mi mutsuzdur? Değilse, mutluluğu nasıl tanımlamaktadır? Benim için başarı ve mutluluk ölçüsü sayılan, onun için aynı şey midir?
Bu sorulara sağlıklı yanıtlar verebilmek için öncelikle, özgürlüğü ve adaleti öteki üzerinden düşünme hastalığından vazgeçmemiz gerekiyor. Anlaşılmayı ve anlamayı sağlayacak olan şey “ben ne kadar adilim o ne kadar özgür?” sorusunu sormaktan geçiyor. Oysa denklemi şöyle kuruyoruz “Ben adil ve özgürüm, ona adalet ve özgürlük götüreceğim!”
Neval El Saadavi Temmuz 1985’te BM Uluslararası Kadınlar Konferansı için Nairobi’de bir konuşma yapmaya hazırlanır. Yanına yaklaşan bir kadın, ‘Lütfen konuşmanda Filistin meselesinden söz etme” diye bir uyarıda bulunur. Oysa konferans kadınlar üzerine bir konferanstır. Saadavi’yi uyaran bu kadın, 1960’ların Amerikalı feminist öncülerinden Betty Friedan’dır. Saadavi olayı şöyle aktarıyor: “Kadınların sorunlarının siyasi sorunlardan yalıtılmasının mümkün olmadığına inandığım için, Yahudi Friedan’ın uyarısını önemsemedim. Arap ülkelerinde yaşayan kadınların kurtuluşu, yönetimlerine sıkı sıkıya bağlıdır; bu yönetimler ise ABD desteklidir. Üzerinde yaşayacakları kendilerine ait toprakları olmayan Filistinli kadınların, bu haklarını dile getirmeden; onların kurtuluşundan nasıl sözedebiliriz? İsrail yönetiminin uyguladığı ırkçı ayrımcılığa karşı çıkmadan, Filistin ve İsrail’deki Arap kadınların haklarından söz edebilir miyiz? (...) Siyonist köktendinci İsrail, Amerika’dan aldığı modern silahlarla silahsız sivil halka saldırmakta, evlerini yıkmakta, Filistin topraklarını işgal ederek, kadınlarla çocukları katletmektedir.Filistinliler taşlarla mukabele ettiğinde“terörist” denir onlara. Çaresizlik içinde birkaç bombaya da dinamitin atılması, medyanın İsrail’in örgütlü terörünü gözlerden gizleyerek, Filistinlileri gözü dönmüş saldırganlar olarak lanse etmesi için fırsattır. Çifte standart sürmekte, muktedirler Siyonistlerin ırkçı bir devlet olduğu, ırkçılığın nerede olursa olsun ırkçılık ürettiği gerçeğini ört bas etmektedirler.”
Bugün Batı’da Müslümanlara yönelik baskıları meşrulaştırmak için “İslamiyet’in kadınları aşağıladığı” söylemi bir hayli yer tutuyor. Bunun anlamı, yeryüzünde Müslüman olarak doğan ve yaşayan ya da İslamiyet’i sonradan seçen milyonlarca insanın seçimlerini yok saymak demek. Dolayısıyla seçimlerine bağlı hayat tarzlarını, örneğin örtünen kadınları cehaletle, kandırılmayla izah etmek; bunca insanın düşünme ve seçme yeteneklerini görmezden gelmek anlamına geliyor.
İslam söz konusu olduğu zaman temel doğrularla sosyolojik olgular kasıtlı olarak birbirine karıştırılıyor. Olumsuz örnekler ileri sürülerek ısrarla, "İşte siz busunuz!" deniyor. Afganistan’da 20 yıldır işgale karşı mücadele eden bir hareket, sanki oturup akademik tartışmalar yapacak konfora sahiplermiş gibi yargılanıyor. Buna rağmen zafer kazananlar, zafer sarhoşluğu içerisinde değil. Kendilerine yöneltilen “Değiştiniz mi?” sorusuna: “20 yıl öncede Müslümandık ve hala ilkelerimizi İslam belirliyor. Bununla birlikte bu zaman zarfında fıkhın ve şartların değişmemesi düşünülemez” cümlesini kurmaları bunun en büyük göstergesi. Ama gel gör ki; en başta kendilerini Müslümanlara kabul ettirmek, onları ikna etmek zorundalar.
Dün resmi ideolojinin başörtülü öğrencilerine dediği gibi ‘ya benim istediğim gibi görünürsün ya da evine dönersin’ şeklinde bir dayatmayla Taliban’a yaklaşmaya devam edenler var. Sanki emperyalist ol(a)madıkları için bir türlü Batılılaşamayan insanların karın ağrısını taşıyorlar.