Afgani ve Abduh’a Saldıran Prof. Şimşirgil’e AK Partili Vekil Turhan'dan Cevap!

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’e AK Parti İzmir Milletvekili İbrahim Turhan cevabi bir yazı kaleme alarak meselenin sahih kaynaklarına ve asli çerçevesine dikkat çekti.

HAKSÖZ-HABER

Türkiye gazetesinin 30 Temmuz 2016 tarihli nüshasında “Asrın İhaneti'nin Analizi” başlıklı bir yazı yazıp burada Fethullah Gülen üzerinden Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Seyyid Kutub gibi ıslah öncülerine saldıran Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’e AK Parti İzmir Milletvekili İbrahim Turhan cevabi bir yazı kaleme alarak tepki gösterdi.

İbrahim Turhan cevabi yazısında Şimşirgil’e şu sözlerle tepki gösterdi:

“Ahmet Şimşirgil'in yazısında Fetullahçı İhanet Çetesi ile Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh arasında irtibat kurulmakta, Fetullah haininin bu isimlerden ilham aldığı ve FETÖ'nün Afgani-Abduh hareketinin devamı olduğu iddia edilmektedir. Afgani ve Abduh, İslam dünyasında yakın tarihin en çok tartışılan isimlerindendir. İslamcılık olarak adlandırılan, en genel ifadesiyle müslümanların 19'uncu yüzyılda maruz kaldıkları askerî-siyasî-ictimaî-fikrî krize çözüm bulma arayışı içinde dört temel unsuru ön plana çıkararak etkileri bugüne kadar devam eden akımın kurucularından kabul edilirler. Zaman içinde bu öncü İslamcılık hareketi içinden çok çeşitli ve birbirinden farklı kollar neşet ettiyse de söz konusu İslamî hareketlerin İslamcılığa mensubiyetleri açısından tanımlayıcı ortak paydaları şu dört unsur olarak kabul edilir:

1) İslam dünyasının içinde bulunduğu krizlerin temelinde selef-i salihinin yolundan uzaklaşılması, İslam'a başta İsrailiyat olmak üzere bidat ve hurafeler karıştırılması tesbiti ve buna bağlı olarak siyasî kurtuluş için itikadî ve fikrî arınmanın vazgeçilmez bir gereklilik olduğu; kısaca ıslah ve tecdid.

2) Krizin aşılması için tarihsel süreç içerisinde zayıflayan ümmet şuurunun güçlendirilmesi, farklı coğrafyalardaki müslümanlar arasında duygusal olduğu kadar toplumsal ve hatta mümkünse siyasî birlikteliğin tesisi; ümmetçilik

3) Ümmetin vahdeti önündeki en önemli engel ve bütün acil sorunlarımızın asıl müsebbibi olan Batı emperyalizmiyle ve emperyalist saldırının felsefî ayağı olan, müslümanların inancını hedef alan pozitivizm ile siyasî ve fikrî düzeyde topyekûn mücadele; anti-emperyalizm

4) Kendi siyasî çıkarları adına emperyalizmle işbirliği yapabilen, ümmetin vahdeti önünde engel teşkil eden, statükoyu koruma adına dinî düşüncede ıslah ve tecdide izin vermeyen ve baskıcı yönetimleriyle müslümanların hürriyetlerine ve uyanışına mani olan yerel otoritelerle mücadele; istibdada karşı hürriyet-adalet-müsavat-uhuvvet.

İslamcılık akımı, özellikle de Afgani'nin ve Abduh'un görüşleri Bediüzzaman Said Nursi'den Mehmet Akif'e, Seyyid Kutup'tan Mevdudi'ye entelektüel etkiler doğurduğu gibi Sultan Abdülhamit'in politikaları başta olmak üzere çağdaş İslamî hareketlere kadar ulaşan geniş bir yelpazede İslam dünyasındaki siyasî mahfillerde yankı da bulmuştur. Özellikle ilk dönemlerde Afgani'nin öncelikli hedefi, o vakte kadar çok da vurgulanmamış olan hilafet makamını bir kaldıraç olarak kullanmak ve Osmanlı İmparatorluğu'nu dünya müslümanlarının siyasî şuurlarında merkezî bir konuma oturtarak ümmet fikrini kuvveden fiile geçirmek olmuştur.

Afgani ve Abduh'un fikirlerini beğenmeyenler, hatta zararlı bulanlar vardır. Getirdikleri yaklaşımı, ihtiva ettiği modernist unsurlar sebebiyle dinde reform, hatta sapkınlık olarak görenler, onların ve takipçilerinin yaşadıkları dönemde siyasî mücadelelerini desteklemek amacıyla kullandıkları ilişkileri ve uyguladıkları yöntemi sorgulayanlar, bu ilişkileri kuşkulu bulanlar da olagelmiştir. Bu eleştirilerin hepsi ilmî zeminde tartışılabilir. Ama bu konuda bilgi, insaf ve vicdan sahibi olan herkes şunu kabul edecektir ki Afgani-Abduh çizgisinin karşı çıktıkları, hatta yok etmek için uğraştıkları bir numaralı hedef, tam da Fetullahçılıkta somutlaşan bidatçi, hurafeci, uzlaşmacı din anlayışı ve emperyalistlere uşaklık etme zilletidir. Türkiye'de, aslında örneklerini 1980'li ve 90'lı yıllarda her vesileyle defalarca ve özellikle 28 Şubat döneminde apaçık şekilde yıllardır sergiledikleri gibi Fetullahçılar İslamî değerlerimize karşı ihanetten hiçbir zaman geri durmamışlardır. En son olarak, ihanetlerini milletimize, Gazi Meclisimize, milletçe istiklalimizin ve bekâ davamızın simgesi Cumhurbaşkanımıza karşı silahlı kalkışma noktasına getiren FETÖ, sadece Türkiye için değil Ümmet-i Muhammed (as) için de büyük bir beladır. Bu sapıklar öteden beri İslamî hareketin ve İslamcılık akımının da can düşmanı olmuşlardır. Boğaziçinde geçirdiğimiz yıllarda şahsen benim ve beraber olduğumuz birçok arkadaşımın yaşadığımız somut olaylar bu hakikati ispat etmeye yeter kanaatindeyim. Bu hakikate rağmen son dönemde bazı çevreler tarafından FETÖ bahane edilerek, bu ihanet çetesiyle hiçbir şekilde âlâkası olmayan cemaatlere de haksız ve asılsız ithamlarda bulunulduğunu üzüntüyle görüyoruz. Aslında birçok müslümanın henüz bu ihanet çetesinin gerçek yüzünü fark edemedikleri dönemlerden beri Fetullahçılıkla mücadele edegelmiş grupların ve cemaatlerin veya bunların fikrî-tarihî referanslarının böyle iftiralara uğraması çok vahim bir durumdur. Vahdete şiddetle muhtaç olduğumuz bugünlerde hakiki mücadeleye de zarar verebilecek bu asılsız iftiralar sadece Cenab-ı Allah indinde günah olmakla kalmaz, milletçe atlatmaya çalıştığımız bu badirede seviyesiz bir oportünizm olarak tarihe geçer.”

***

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in bahse konu yazısı:

'Asrın İhaneti'nin Analizi I Türkiye Gazetesi

“M. Abduh, C. Afgani gibi radikal isimlerin fikri tesiriyle büyüyen Fethullah Gülen, sessizce yükselerek ‘Müslümanların dönüştürülmesi’ planının tatbikçisi oldu.”

Fethullah Gülen (F.G.) 1980 öncesinin en ateşli vaizi idi. Nurcuların en kapalı grubu olup özellikle Seyid Kutup gibi İslamcı denilen ihtilalci isimlerin tesiri altındaydı. Nitekim gençlik yıllarını Seyid Kutub’un eseri olan “Fizilali’l Kur’an elimizden düşmezdi” diyerek anlatacaktır. Dönemin Cumhurbaşkanı’na, Genelkurmay başkanına her tür hakareti yapar, kasetleri elden ele dolaşırdı. Nedense herkesin eliyle konmuş gibi yakalandığı 12 Eylül İhtilalinde o bir türlü bulunamadı. 1980-1982 yılları arasında irtibatlı olduğu kişiler ve görüşmeleri çözülebilse eminim bugünler çok iyi anlaşılacaktır.

Nitekim 1983’te tekrar meydanlara çıktığında artık cübbe ve sarıklı bir vaiz yoktu. Bambaşka bir F.G. vardı. Özellikle okul ve medya ile ‘ağ cemaati’ yapılanmasına geçti. Hemen her vilayette okulları, ışık evleri ve yurtları öyle hızlı gelişiyordu ki takip edebilmek mümkün değildi. Yurtlarında ve evlerinde sadece Said Nursi’nin kitapları okutuluyordu. Gençlere “Kuran-ı kerim değil risaleler okunsun” derlerdi. Bu itibarla diğer Nurcu kolları da önceleri mesafeli durdukları F.G’ye kısa müddette ısınacaklardır.

1986’da Zaman gazetesi yayın hayatına başladı. 1990 yılına geldiğinde artık altyapı tamamlanmış bulunuyordu. Bundan sonra Gülen’in okulları Afrika kıtasını, Balkanları, Avrupa ve Amerika’yı bir ağ gibi sarmaya başladı. On yıldır Türkiye’de yetişen gençler şimdi hizmet aşkını karın tokluğuna dünyanın dört bir tarafına dağılıyordu. Okul açılmayan ülke kalmamış gibiydi. Gülen hareketi 1992-1996 yılları arasında, eğitim alanında global bir oyuncu konumuna gelmişti.

Nasıl oluyordu bu? Her tarafta okul açılmasına imkan veren sihirli değnek kimdi? Adlarını iftiharla andıkları iki isim aslında bütün soru işaretlerini çözüyor gibiydi. İshak Alaton ve Üzeyir Garih çilingir vazifesi görmekte idiler. Bu büyük ilişkinin sırrı ne idi?

Üzeyir Garih, doksanlı yıllarda, Hürriyet gazetesine vermiş olduğu röportajda yurt dışı okulları için büyük destekler, maddi yardımlar yaptığını belirtirken Gülen cemaatini öve öve bitirememişti.

“PAPALIĞIN HİZMETÇİSİYİM”

1991 yılında Mihail Gorbaçov’un Glasnost’u ile Gülen’in okul faaliyetleri tam da denk düşmüştü. Gülenciler bir taraftan süratle Türk Cumhuriyetlerinde okullar açarlarken bir taraftan da Türk Cumhuriyetlerinden gelen çocukları kabul ediyorlardı. Öyle ki 1997 yılı CIA raporlarında “Amerika, F.G. sayesinde Orta Asya’ya bomboş bir İslamiyet götürdü” denecekti. Dışa açılımın üzerinden birkaç sene geçtiğinde Gülen’in hareketinin CIA’nın tam kontrolünde olduğu, Rusya ve Özbekistan’ın bu okullara karşı aldığı tavırdan da anlaşılacaktı.

 28 Şubat 1997’de Türkiye “Post-modern” denilen yeni bir askeri darbeye maruz kaldı. İslami cemaatlerin üzerine silindir gibi gidildiği dönemdi. Bu konjonktürde cuntacılar Gülen’in de üzerine yürürken beklenmeyen bir tepkiyle karşılaştılar. Bu tepki Bülent Ecevit’ten gelmişti. Neden acaba?

 Aslında Gülen grubu, İslam aleminin gözünü açması lazım gelen uygulamalarını da bu yıllarda başlatmıştı. Bunların en mühimi Abant Toplantıları idi. Başta ilahiyatçılar olmak üzere önemli sayıda gazeteciler bu toplantılara katılacaktı. Gülen’in ilk Abant Toplantısına gönderdiği şu mesajı her şeyi ifade etmekteydi: “Vahye dayalı, hayatın her alanını kuşatan İslam’ı tehlikeli ve milli birliğe zarar verici buluyorum” diyerek 1400 yıllık İslam’ın özüne, aslına düşman olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. 

Daha sonra Gülen’in Papa ile diyaloğu uzun zaman gündemi meşgul edecekti. Zira Gülen’in Papa’ya yazdığı mektubu çok çarpıcıydı. Şöyle ki: “Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinler arası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik”

Gülen burada kendisinin papalık konseyinin bir parçası olduğunu dünyaya ilan ediyordu. Gülen’in kimliği artık açığa çıkıyordu. Öyleyse Türkiye’den çıkması gerekti. Nitekim 1999 yılında hakkında davalar açılarak sanki 28 Şubat darbecilerinden kaçmış süsü verildi ve Amerika’ya alındı. Artık o bir kahramandı(!) Sadece Pensilvanya’ya gidenlerin ülkeye haberler getirdikleri bir azizdi(!).

28 Şubat’ta FETÖ’cülerin dışında devletin yanında olan devletine sahip çıkan tüm cemaatler ezilmişti. Bilhassa devletle hiçbir zaman derdi olmamış İhlas camiasının ezilmesinin ardında bunların bulunması meseleyi aydınlatmaktaydı. İhlas Finans’ın içine hem sızmışlar hem de belini doğrultamayacak bir darbe indirmişlerdi. Esat Coşan Hoca’ya ve Mahmut Hoca’nın damadına yapılanlar da 28 Şubat’ın tokadını kimin yediğini gösteriyordu.

Diğer taraftan 28 Şubat cuntasının ortaya çıkardığı siyasi iktidar, ülkeyi iki senede batırdı. Belki de tarihinde ilk kez esnaf sokaklara döküldü. Artık bu selin önüne geçilemezdi. Nitekim Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi ezici çoğunlukla iktidara yürüdü. Erdoğan ise siyasi yasaklıydı, seçimlere girememişti.

Müthiş bir senaryo ile Erdoğan’ı siyasi yasaklı olmaktan çıkarıp Siirt’te seçimleri iptal ettirerek partinin başına yani Başbakanlığa taşıdılar. Acaba bu sırada bu işin içinde bulunanlar şöyle bir talepte bulunmuşlar mıydı? Yola F.G. ile devam edeceksin veya F.G’nin hizmetlerine dokunmayacaksın.

Şuna adım gibi eminim ki Erdoğan, F.G’yi o gün mimlemişti. Ancak kime güvenecekti? Kim kendinden, kim ondan yana bilmek mümkün müydü? Bunun için zamana ihtiyaç vardı.

AK Parti’nin iktidara yürüyüşünden itibaren ise artık cemaat bambaşka bir şekil alacaktı. Üçüncü on yıla giriliyordu. Bu dönemi kendileri için dünyaya hakim olma devresi olarak addedeceklerdi.

İş adamları turizm gezileri gibi okullarına taşınıyor döndüklerinde gözyaşları ile Hizmet hareketini ve başarılarını anlatıyor gönüllü dailik (propagandist) hizmetleri veriyorlardı. Türkiye’nin her kesiminden paralar bu terör örgütüne akar hale getirilmişti. Devletin bütün kadrolarına eskiden sızma yaparlarken şimdi açıktan giriyorlardı. Ancak burada da bir hainlik söz konusuydu. İmtihan soruları önceden dershanelerinde yetişmiş çocuklara gizlice dağıtılıyordu. Bunlardan soru alarak imtihanı kazananlar ise artık Gülen’in gönüllü neferi olmaktaydılar. Mankurtlaştıklarının farkına varamıyorlardı. Kendilerini dünyayı fethe çıkmış cihangirler gibi görmekte idiler.

İslam’ı dünyaya yaydıklarını zanneden bu “dailerin” en basit dini kurallardan dahi haberleri yoktu.

DİNLERİN BİRLİĞİ MESAJI

Diyalog tuzakları da hız kesmeden devam ediyor ve artık açık açık yürütülüyordu.

 Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın hezeyanları da artık manşetlerdeydi. Diyalogun teorisyenlerinden olan bu şahıs, “Kur’an-ı kerim tarihseldir, yüzde kırkı değiştirilmeli veya çıkarılmalıdır” demişti. Erdoğan’ın ikinci seçimde ilk bu adamı yemesine dikkat edilmelidir. Prof. Dr. Suat Yıldırım ise  Zaman gazetesindeki bir makalesinde Hazreti İsa’yı “şahsı manevi” olarak tanımlayıp F.G.’nin şahsında ortaya çıkacağına kadar iddia etmişti.

 2003 yılından itibaren “Uluslararası Türkçe Olimpiyatları” denilen yarışmalar başlatılacaktı. 4. Türkçe Olimpiyatlarının finalinde “Bütün dinler buluşuyor, biz hepimiz kardeşiz” mesajıyla “Bütün müminler kardeştir” düsturu yıkılacaktı. Dünyanın her yerinden kız ve erkek öğrencilerin şarkılarını millete gözyaşları içinde izlettirmeye başlamışlardı. Belki de ömründe bir kere şarkı türkü dinlemek için salonlara gitmemiş insanlar, Türkçe şarkı söyleyenler İsrailli, Amerikalı, Gürcistanlı olunca zevkten kendinden geçer olmuşlardı. 

16 Nisan 2005 yılında 2.5 milyon basılan Ailem gazetesinde F.G’ye ait çok çarpıcı ifadeler yer aldı. Burada iman esasları üçe düşürülürken bir taraftan da imanda şek ve şüphe olmaz kaidesi yıkılıyordu. Şöyle ki: “İman esasları, muhakkikîn yaklaşımı ile dört asla irca edilebilir ki,  bunlar;   Allah’a,  âhirete, peygamberlere iman; bir de ubudiyet “veya” adalettir” (Prizma, 2 /162).                            

Öte yandan 2007 yılından itibaren yeni darbe planlarını açığa çıkarma adı altında ortalığa toza dumana boğmuşlardı. Cambaza bak misali halkı bu korku ve endişelerle oyalarken hizmet ve önemli yerlere sızma faaliyetlerini başarıyla yürütüyorlardı.

FETÖ’NÜN GÜÇ SARHOŞLUĞU

Yıl 2011. Artık gücün zirvesine geldiklerinin bilincindeydiler. Son kaleleri de alacak ve nihai darbeyi indireceklerdi. Muhtemelen Recep Tayyip Erdoğan da bunun farkındaydı. Yeni seçim dönemim ustalık dönemim olacak diyordu. Hangi konuda ustalıktı? Herhalde kimse anlamıyordu. Millet, devlet idaresi zannediliyordu. Oysa Erdoğan, 2010 yılında MİT’in başına Hakan Fidan Bey’i getirmişti. Bu konuda en ağır tepkiyi neden Cemaat ortaya koydu acaba. Ayrıca her vesile ile onu neden itibarsızlaştırmak istediler, düşünün.

Şayet o gelmese Tayyip Bey başka türlü ortadan kaldırılacaktı.

Tayyip Bey de bunu hissediyordu. Nitekim 12 Haziran 2011 seçimlerinde bu gurubu mecliste önemli ölçüde budadı.

Bundan sonra gelişen hadiseler Başbakan’la Gülen hareketinin arasına gitgide açacaktı. Futbolda şike davası ve 2012 yılı Türkçe Olimpiyatlarında F.G’yi ülkeye davet etmesiyle bunun ilk sinyallerini verdi.

Ardından Gezi olayları ile 17 ve 25 Aralık darbelerinin gerisinde Paralel örgütün bulunduğu herkes tarafından anlaşılmıştı. Erdoğan da artık kartını sonuna kadar açmıştı: “Bu bir ihanet çetesiydi”, “Paralel devlet girişimiydi” ve “bunlar terörist olup haşhaşiler” idi.

Aslında Cumhurbaşkanı da yavaş yavaş onları gadaba sürükleyecek ve içindekileri boşalttıracak hamleleri yapmaktaydı. Zira insan kızdığı zaman içinde bulunan kötü duyguları açığa vurur.

Nitekim F.G’nin beddua seansı temiz inançlı milleti bu gruptan tamamen soğutacaktı. Buna rağmen mankurtlaştırılmış beyinler maalesef yine uyanamadı. Neticede 15 Temmuz darbesi gibi bir ihanete kapı araladılar. Bu darbe Osmanlı Devleti’ni yok olmaya götüren II. Abdülhamid Han’a yapılan gibi olacaktı. Allah korusun başarılı olsalar bu defa millet de devlet de kalmayacaktı.  Her şey müthiş planlanmıştı. Öte yandan Gezi olayları sırasında “halkın yüzde ellisini zor tutuyorum” diyen Cumhurbaşkanı, millete “hazır ol” mesajını vermişti. Millet son üç yıldır teyakkuzda idi. Ancak darbelerden yıllardır çeken Türk halkı yüzde elli iki değil neredeyse yüzde doksan elbirliği gönül birliği ederek darbeye dur diyecekti.

GÜLEN’İN HESAP EDEMEDİĞİ ŞEY

Evet plan kusursuzdu. 36 yıldır yapılan çalışmaların sonuna gelinmişti. İslam dünyasına sadece Türkiye’yi değil tüm dünya Müslümanlarını güdecek kukla bir halifenin gelmesi yakındı. “Dünya beşten büyüktür” diyen Adamın dili kesilecekti.

Bir şeyi hesaplamıyorlardı: O adam Allah’a ve milletine güveniyordu. Gücünü ve kudretini oradan aldığını her fırsatta ilan ediyordu.

“İnsanlara güveneni Cenabı Hak insanlara bırakır. Kendine güvenenleri yanına alır”.

Evet Pensilvanya’ya Amerika’ya CIA’ya ve daha nicelerine güvenenleri Cenabı Hak onlara bıraktı. Kendine güveneni yanına aldı. Beklenmeyen basit gelişmeler yaşandı. Cumhurbaşkanı kıl payı ellerinden kurtuldu. Yaşananlar korkunçtu. Meclis, MİT, Özel Harekat Dairesi ve bizzat millet bombalanıyordu. Darbecilerin sanki gözleri dönmüştü.

Öte yandan bu necip millet de, bu ihanete kayıtsız kalmadı. Liderinin daveti üzerine sadece bayrağını kaparak, dilinde Allah nidaları ile meydanlara döküldü. Göğsünü topa, tanka, kurşuna siper ederek bir anlamda 36 yılın diyetini ödedi.

Milletin bu darbesi, kuklaları yok ettiği gibi yüz yıldır kukla oynatıcıları da açığa çıkardı. Bu itibarla devletimiz yeniden güçlü günlere yelken açabilecektir. Bunun için milletimizin birlik ve dirliği, istikameti için önemli adımlar atılmalı maşa, kukla ve hain üreten bataklıklar kurutulmalıdır.

Bu milletin varlığı iki şeye bağlıdır. Millilik ve doğru İslamiyet. Yani Müslüman milletimize İslamiyet’in doğru öğretilmesi. Zira bin seneden beri Müslüman milletimize ve devletimize Ehl-i sünnet itikadı denilen inanış sahiplerinden asla bir ihanet ve ayaklanma sadır olmamıştır. Kökü dışarda mezhepsiz, radikal (Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani benzeri kişiler) ve ılımlı İslam (F.G. ve avenesi) denilen bozguncu tipler her zaman kullanılmaya açık olmuşlardır.

Cenabı Hak ülkemizi ve milletimizi bir büyük, belki tarihin en büyük fitne ve belasından ve peşinden gelecek yabancı tasallutundan, işgalinden muhafaza eyledi.

Millete de ders çıkarmayı, ibret almayı, birlik ve beraberliğini muhafaza etmeyi nasip eylesin.

Yorum Analiz Haberleri

Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?
Kemalizm’e has bu Laiklik Fransa’da bile yok!