Afgan Cihadında Televizyon Sesleri!

SÜLEYMAN CERAN

Geçen gün hastane polikliniğinde, isimlerin yansıdığı elektronik panoda alt bantta kayan şöyle bir yazı gözüme ilişmişti: “Şehitlerin dul ve yetimlerine, malullere ve gazilere öncelik tanıyınız.” Bu cümlenin Afganistan’da bir karşılığı olup olmadığı sorusu kafama takıldı sonra. Öyle ya Afganistan’da şehit vermemiş yahut ayağı, kolu bacağı kopmamış ferdi olmayan bir aile var mı acaba? Neredeyse yok! Sınırlı sayıdaki grubu ilgilendiren bir olay olmadığı için böyle bir durumun karşılığı o coğrafyada olamaz herhalde. “Kandahar” filminde uçaktan paraşütle atılan protez bacaklara koşan yüzlerce Afgan’ın sıçrayışı gözümün önüne geldi, yutkunup kaldım öylece.

Şehid Abdullah Azam, “Afgan Cihadında Rahmanın Ayetleri”nde gençlere cepheyi özendirmek için bakın nelerden bahsediyordu: “Kerametleri ancak, inkârcılar veya cahiller inkâr eder. Caci’de H. 1407 yılının Şevval ayında şehit olan müslümanların kanlarının mis kokusu gibi kokması şeklinde birçok keramet görülmüştür, bunlardan benim bildiğim beş tanesinin isimleri şöyledir: "Libyalı Hüseyin ve Ali, Faslı Nurul Hak, Cezayirli Ebu Halid, Yemenli Seb'u'l-Leyl. Mısırlı Ebu'l-Fadl Abdullah, Filistinli Ebu Hafz adlı üç müslüman genç ise sanki uyumuş gibi cesetleri bozulmamış, kokmamış olarak bulundular.

Hele Abdullah Ramazan bayramının birinci günü şehid olduğunda cesedini Zilkade ayının ikinci günü bozulmamış, kokmamış, şişmemiş, sertleşmemiş ve hâlâ yarasından akan kanlan sıcak bulduk.(Ramazandan sonra Şevval ve Zilkade, yani iki aydan fazla zaman geçmiş –SC)

Filistin'li Ebu Hafs ise şehid olduğu an yüzü bir ay parçası gibi parlamıştı. Afganlılar şu anda şehid edildiği yerde o nuru gördüklerini yeminle belirtiyorlar.”

Cihadın genel atmosferinin bu şekilde olduğunu, o yılları yaşayan, izleyen herkes hatırlayacaktır. Hatta böyle de devam etmededir. Uyuyormuş gibi duran, bozulmamış, gül gibi kokan naaşlar üzerine cihadın gerekliliğinin anlatılması, içi boşaltılmış nedenlerle ve sağlıklı tanımlanmamış gerekçelerle yapılan mücadeleleri gözler önüne seriliyor. Direniş sürecinin yanlış olduğunu söylemiyorum ama gerekçeleri yeterince bilinerek yapılan, uzak hedefleri göze alan ve komple hayatın her alanını kuşatan bir mücadele değil, suiistimale, kargaşaya ve bilinmezliğe açık yöntemler seçilmiş yıllarca; sonrası hep tufan, hep tufan. Lübnan Hizbullahı gibi ideolojik altyapısı mukimleştirilmiş, kreşten üniversiteye, temizlikten çevre düzenlemesine kadar topyekûn bir ameliye değildi orada yaşananlar, mevzi algısının siperden ibaret olduğu bir mücadele alanı idi Afganistan.

Afgan-Rus savaşı boyunca Türkiye’den giden 15 bin civarında Müslüman şehit olurken Arap coğrafyasından toplamda 150 binden fazla Müslüman da bu savaşta canını verdi. Afganlıların kendi kayıpları bir milyonu buldu. Savaş sonrası mayınlardan, hastalıklardan ve mahrumiyetten can verenlerin sayısını ise, bir Allah biliyor. Neredeyse son yüz yılda gün yüzü görmeyen Afganistan’ın direnişin dışında ne yazık ki ürettiği bir şey de olmadı. 

“Birader kuşi” denen ve yıllarca süren “kardeş kavgası”yla acı bir biçimde meşhur olan bu coğrafya, yıllarca dünyanın değişik yerlerinden gelen mücahitleri yalnızca silahlı unsurlar olarak değerlendirdi. Yalnızca savaşçı olan bu Müslümanlar, ülkeye farklı bir katma değer taşıyamadılar. Kendi yaşadığı memleketi, coğrafyayı, evliliği, sakin ve çocuklu bir ömrü atlayıp yaşadığı ülkede şahitlik yapma vazifesini bırakıp acı çeken kardeşlerinin yanında olup emperyalist kuşatmayı kırma adına silaha davranıp ocağını terk eden kişiler, mücahit olmanın ötesinde bir işlev görmediler. Bugün Afganistan halkı yetersiz okuma yazma oranı, entelektüelsiz düşünce atmosferi, âlimsiz ve lidersiz bir toplum olarak beklemekte, bekleşmektedir.

Umalat Magomedov ve Dzhennet Abdurakhanova çiftinin fotoğraflarını görüyorsunuz. Karı koca süreç içinde hayatını kaybederken geriye bu fotoğrafları kaldı. Birbirlerine ve silahlarına sarılmış iki insan figürü. Film afişi gibi. Henüz 17 yaşında olan bayanın bakışı ve elindeki kadınsı silahı dikkat çekiyor. Erkek ise sarıldığı eşine sahiplenme anlamı yüklerken bunu herkesin bilmesini ister vaziyette ve gayet rahat silahıyla bir bütün halinde görünüyor. Karı koca olmalarına rağmen birbirlerine sarılarak poz vermeleri de kendi gelenekleri dışında bir hareket. Her ikisi de canlarını Çeçenistan için verdiler ama ortada olmamış, içe sinmemiş popüler bir malzeme var. Umalat ve Dzhennet’in verdikleri imajda can verecek olmanın ağırlığından, yaşanacak anın ıstırabından kaynaklanan sıkıntının, endişenin, korkunun yahut adanmışlığa dönük bir doğallığın olmadığını görüyoruz. Gündelik bir iş, “Bonnie ve Clayd” ikilisi gibi silahın hayatın doğal bir parçası olduğunu gösteren bir manzara.

“Bonnie ve Clyde” demişken, bu çift 1930’ların Amerika’sında yaşamış ve kısa süren ömürleri sonradan beyazperdeye taşınmış antikapitalist bir çifttir. Bonnie Parker ve Clyde Barrow öldürüldüğünde henüz 25 yaşlarında idiler. Bankaları soyan bu ikili, kapitalizme ateş püsküren halkın gözünde efsaneye dönüşerek bir dönemin adeta ikonu oldular. “Bonni ve Clayd” ikilisinin birbirlerine olan aşkları da herkesin malumu idi. Soydukları bankalara iz olarak çiçek bırakmaları da onların zarafetini gösteriyordu falan filan. Popüler dünyanın malzemesi olup çıktılar. Tıpkı Umalat ve Dzhennet gibi sosyal paylaşım sitelerinin, haberlerin malzemesi olup, öldükten sonra meşhur oldular.

Diğer bir fotoğrafta ise geçtiğimiz aylarda Taliban tarafından infaz edilen Serdal Erbaşı’nın fotoğrafı var. Erbaşı, daha önce Çeçenistan’da yıllarca savaşmış sonrasında Afganistan’a geçerek cihada devam etmiş, konumu büyümüş Türkiyeli birisi. Dış ülkelerden gelen yardımların bir kısmını kendi hesabına geçirmekle suçlanan Erbaş ve adamı kameralar önünde yargılanıp infaz edildi. Dünyaya servis edilen görüntülerle ne umulduğu bir tarafa, direniş dediğimiz ve künhüne inildiğinde adanma, tevazu, fedakârlık gibi taşınması zor değerlerin vasıfsız insanlara yüklenmeye çalışıldığını gördük bu örneklerle. Bunu başaramayanların da yaşadıkları süreci bir “iş”e, bulundukları coğrafyayı da “iş yeri”ne çevirdiklerini acı bir şekilde izledik. Erbaşı’nı henüz hayattayken popüler bir direnişçiye dönüştüren bu fotoğraf da aslında film afişi gibi bir şey. Taşınan ve gözümüze sokulan ve her şeyin merkezinde yer alan silah araç olmanın ötesinde bir konumda ve “erkeklik”le paralel gidiyor. Bir güç gösterisi sanki. Gözlerdeki ifade yalnızca “korkusuz”lukla ve “gözükaralık”la ifade edilebileceği gibi beyaz tondan ziyade griyle harmanlanmış flu bir görüntüye karşılık geliyor. Belirsizlik daha fazla. Merhametten uzak ölümcül bir duruş. Silahı yanağına dayamış James Bond figürü gibi profesyonel bir poz. Aralarındaki farka gelince Serkan’ın silahı kaba, sert ve doğrudan hedefe ilerlemeyi sembolize ederken; Bond’unki ince, sağlam ama sinsi bir duruşu işaret ediyor. Her ikisi için silah olmazsa olmaz bir yaşam aracı. Öldürme üzerine kurgulanmış ama asla ölünmeyeceğini düşünen hayatlar… İlginç değil mi?

Bugün 90’lı yıllardaki gibi topyekûn saldırı yahut savunma imkânı tanıyan bir savaş ortamı söz konusu değil. Daha ziyade profesyonelleşmiş kadrolarca yapılan gerilla mücadelesi ile büyük zayiatlar verme, pusu kurma, küçük çaplı saldırılarla emperyalist kuşatmaya dikkat çekilmekte. Kameralar önünde infaz edilen, doğranan insan görüntülerine patlatılan araç ve zırhlı taşıyıcı görüntüleri ekleniyor. Siperde süren mücadelenin daha fazlası televizyonda bant görüntüleriyle yahut ses kayıtlarıyla yapılıyor. Bir dönem “Afgan Cihadında Rahmanın Ayetleri” konuşulurken şimdi her yerde televizyonun muazzam gücü konuşuluyor.

Dışarıdan gelen ve amatör olarak direnişe katılan gruplar, deneyim kazanacak süreyi sağ olarak tamamlayamadıkları gibi, dil ve coğrafi etken faktörleri de hesap edildiğinde beklenilen performansı verememekte ve yalnızca kayıp sayısını yükseltmekteler. Masrafsız bir şekilde ülkelerine gelen ve külfet oluşturmayan bu insanların varlıkları da kayıpları da çok dokunmuyor oradaki yönetimlere. Bu durumdan dolayı Türkiye’den ve dünyanın değişik yerlerinden yasa dışı olarak Afganistan’a, fikren yetişmiş Müslümanların mücahit olarak gitmelerinin, İslam coğrafyaları ve işgal altındaki topraklar için ciddi katkısı olduğunu düşünmüyorum. Afganistan’a gidip var olan direnişin ucundan tutmak isteyen kardeşlerimizin dernek, vakıf kanalı ile ve yasal yollardan buraya ulaşıp “canlı kalkan” olarak bulunmalarının daha sağlıklı sonuçlar doğuracağına inanıyorum. Bu sayede uzmanlığı eğitim, sağlık, teknisyenlik ya da tarım olan kardeşlerimiz halkla iç içe olarak onların sorunlarını giderecekleri gibi herhangi bir saldırı durumundan da halkı bir şekilde muhafaza edeceklerdir. Velevki saldırı oldu, buradaki sivil, silahsız kardeşlerimizin can kaybı, silahlı olup tek kurşun sıkmadan hayatını kaybeden kardeşlerimizden daha sarsıcı küresel karşılıklar bulabileceğini, bağlantılı hükümetleri sıkıştıracağını ve Müslümanların ellerini güçlendireceğini düşünüyorum.

Geçtiğimiz günlerde içeriği, süreci ve nasıllığı konusunda ciddi şüpheler olsa da topluca şehid olan 21 kardeşimizin durumu bu bağlamda değerlendirilmelidir. Türkiye’nin değişik yerlerinden bu coğrafyaya giden kardeşlerimiz direnişe ciddi anlamda katkıda bulunamadan can verdiler. Allah (c.c), şahadetlerini kabul etsin inşallah. O birliğin aidiyeti belli olduğu halde yapılan bu saldırı sonrası herhangi bir kriz bile çıkmadı, küçük bir haber olarak anıldı o kadar. Yıllar önce Dağıstan sınırında da Türkiyeli Müslümanlar benzer yöntemlerle katledilmişlerdi, geldi geçti. Hâsılı, yaşanan savaşın niteliğinden dolayı buraya giden kardeşlerimizin “canlı kalkan” olarak bulunmaları, verilecek canlarını sivil ve silahsız olarak vermelerinin daha hayırlı neticeler çıkaracağına inanıyorum. Hayal edelim, dünyanın dört bir tarafından gelen binlerce sivil, Afganistan’ın değişik kentlerinde mukim oluyorlar ve halkla bir araya geliyorlar. Topyekûn iyileştirme çalışmalarına dâhil oluyorlar. İşgalci ABD ve insansız hava araçları ne kadar rahat sağa sola füze fırlatabilir ki?

“Canlı Kalkan” olmanın dışında buralardan oralara yasa dışı yollarla ve çok ciddi masraflarla gidip kalmak yerine Afgan kardeşlerimizin ana dilleriyle ve ana kitapları olan Kur’an’la bağlarını artıracak Peştuca eserlerin basılıp oralara ulaştırılması sağlanabilir. Koca koca nesiller okumadan yazmadan yok oluyor. İngilizleri, Rusları kovan ve inşallah Amerikalıları yenecek olan Afganistan halkının sırf bu iç meseleleriyle hesaplaşmaları onlarca yılı bulacak. İşte o günlere hazır olmak için çalışmalar başlatılmalı, kardeşlerimizin donanımını bir dert olarak algılamalıyız. 2000 yılından beri hemen her sene kıtlık yaşayan ve şimdilerde 3 milyona yakın üyesi açlık sınırında olan, sayısına ulaşmanın çok zor olduğu yetimleri, dulları, malulleri ve gazileriyle koca bir coğrafya olan Afganistan, dünyanın değişik yerlerinden gelen kardeşlerinin silahına değil birikimine, dostluğuna ve de en çok da merhametine ihtiyacı olduğunu unutmamalıyız.