Yasin Aktay / Yeni Şafak
“Afetler Çağında Sosyolojiyi Yardıma Çağırmak”
İnsanlık tarihi kadar eski bir olaydır afet ve zaten insanın başına gelen bir durumdur. İnsan olmadan önce dünyada olup biten hadiseler başka türleri etkiliyordur. Dinozorlar nasıl bir afetin neticesinde yeryüzündeki hayatlarından çekilip gittiler bilmiyoruz ama mutlaka onlar açısından buna yol açan şey bir afet olmuştur. Yine de afet kavramını biz ancak insanla, dolayısıyla insanlık tarihiyle bir arada düşünebiliyoruz. Böyle yapınca ilk gördüğümüz şey tarih boyunca afetin insan toplumlarının da ayrılmaz bir parçası olduğu.
Üç Aylık Düşünce, Siyaset ve Sosyal Bilim dergisi Tezkire’nin bundan bir önceki sayısı “Afetler Çağında Sosyolojiyi Yardıma Çağırmak” başlığı altında çıkmış. Bu başlığa ilk baktığımda ilk tepkim, bu çağın afet açısından nasıl bir farkı olduğunu düşünmek oldu. Madem afet insanlık tarihi kadar eski, bugün karşı karşıya kaldığımız afetlerin nasıl bir farkı var?
Deprem, sel, tsunami, yangınlar, volkan patlamaları, hortum, salgın hastalıklar doğal afetler olarak, insanın hiç beklemediği anlarda, sürgit hayatının tam ortasına dalıp düzenini altüst eden olaylar olmuştur. Ama bir de insanların kendi elleriyle hazırladıkları, yol açtıkları savaşlarla, siyasi baskılar ve anlaşmazlıklarla yol açtıkları katliamlar, kitlesel göçler de sosyal afet kapsamında eksik olmamıştır.
Bu sosyal afetler de insanların kitlesel halde ölmelerine veya kalanların yer değiştirmelerine yol açmıştır. Mültecilik tarih boyunca insanlığın başına gelen en önemli sosyal afetlerden biri. Mülteciliğe yol açan savaşlar veya anlaşmazlıklar afetin bir boyutunu oluştururken mültecinin sığındığı limanda yaşadığı sorunlar afetin diğer yanını oluşturur.
O yüzden mültecilere karşı cahilce ırkçı tavırlarla geliştirilen kışkırtıcı söylemlere karşı sürekli duyduğumuz karşı argüman: “Mültecilik her insanın başına her an gelebilir. Üstelik kimin başına ne zaman geleceği de hiç belli olmaz. O yüzden mültecilik bütün insanların ortak bir sorunu ve mülteciliği insanca muamele görme hakkıyla birlikte temel bir insan hakkı olarak düşünmek gerekiyor”.
Bugün deprem dolayısıyla yaşadığımız olayı hiç kimse tahmin bile edemezdi. Bir anda 13,5 milyon insanı fiilen mülteci durumuna sokan bir doğal afet. Bu olay karşısında da herkes imtihan halinde tabii. Bu olay karşısında insanlıktan nasibi olan herkes aynı olayın kendi başına da gelebileceği hakikatini içselleştirmiş olarak yardıma koştu veya bir şekilde kendisini depremzedelerle aynı yerde hissetti, elinden gelen yardımı ve desteği ortaya koydu, koyuyor. Tam da olması gerektiği gibi.
Sosyoloji, doğal veya sosyal afetlerin tarih boyunca insan toplumlarının bir parçası olduğunu söylüyor. Kurulmuş düzenin bütün rutinlerini bozar afetler. Bir anda bir kurulu toplumsal hayatın ortasına bütün farkları, kimlikleri, yaşları, sıraları, hiyerarşileri kırarak yerleşen ve kendi düzenini tesis eden bir fasıla. Kendi hükmünü bir süre sürdürdükten sonra hiçbir şey olmamış gibi, yaşanmamış gibi kalınan yerden devam edilir.
Unutulur aslında ama yol açtığı travmalara karşı insanın kendini iyileştirme refleksi olarak. Ya unutulmasa. Gerçi ne kadar unutulsa da, her an yine gelmesi, yine yaşanması beklenen ve belli olmayan aralıklarla sürekli tekrarlanır bu fasılalar.
Afet geliyorum der elbet, ama gelmeden önce yol açtığı korkuların toplum bilincini etkileme şekli başka, geldikten sonra yol açtığı etkiler bambaşka. 17 Ağustos 1999 tarihi en azından depremle ilgili yakın tarihimizin en önemli hadisesi. O zamana kadar ülkenin değişik yerlerinde, bilhassa doğusunda yaşanan depremlerin dışında afeti hatırlayan kalmamıştı. Oysa 1939 Erzincan depreminin üzerinden sadece 60 yıl geçmişti. 60 yıl. Böyle bir afetin bir daha yaşanmayacağını hissetmek için, hele insanın nisyan boyutu açısından bakıldığında oldukça yeterli bir tarih. Baksanıza bütün dünyayı evine kapatan, milyonlarca ölüme yol açan Covid 19 salgınını bile daha bir yıl geçmeden unutuverdik.
Baştaki soruya, Tezkire dergisinin başlığının çağrıştırdığı soruya geri dönelim isterseniz. Çağımıza ayrıca ve bilhassa afetler çağı dememizi gerektirecek ayrı bir yoğunluk mu yaşıyoruz? Sadece birkaç yıl içinde Türkiye’de yaşadıklarımıza baktığımızda ciddi bir afet yoğunluğu yaşadığımız çok açıkça görünür. 1999’dan itibaren kaç deprem yaşadık? Düzce, Bingöl, Van, Elazığ, İzmir. Sadece birkaç yıl içinde yaşadığımız seller, orman yangınları, salgın ve tabii ki Suriye’deki sosyal afetten Türkiye’ye gelen göç. Bütün bunlar ülkemizde afetin hayatımızın istisnai bir halinden çıkıp neredeyse rutinine dönüştüğü bir manzara koyuyor ortaya.
Yaşadığımız çağı belki fazladan “afetler çağı” kılan bir sebep tabiata insanlığın müdahaleleri. Gelişen teknolojilerin, sorumsuzca ve hesapsızca tüketimin ve tabiata müdahalelerin yol açtığı iklim değişikliklerinin, tabiatı dikkate almadan yapılan yerleşimlerin ve inşaatların da afete davetiye çıkardığı, afetin boyutlarını artırdığı açık. İnsanın tabiata yüksek teknolojiler yoluyla müdahale oranı afetleri de aynı oranda artırıyor.
Dünyanın küreselleşmesi ve insanın müdahale kapasitesinin artması aynı zamanda risklerini de küreselleştiriyor ve ölümcül kapasitesini de artırıyor. Giderek afetler bütün istisnai karakterleriyle, beklenmedik etkileriyle, sonuçlarıyla toplumsal hayatımızın bir rutini haline geliyor. Ama rutinlerimiz afetlere göre örgütlenmiş değil.
Peki toplumsal hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan afetlerin sonuçları ne olur, toplumu nereden alıp nereye götürüyor olduğunu soruyor muyuz? Aslında bütün afetler esnasında bu soru içerdiği endişeler had safhaya varır. Ama bu konuda sosyolojiye kulak verilmediğinde ortaya bu durumdan faydalanarak ortaya çıkan felaket tellalları muhayyel afetlerle korkutarak kirli siyasetlerini satar.
Yunus Badem’in yönetiminde çıkan Tezkire dergisinin “Afetler Çağında Sosyolojiyi Yardıma Çağırmak” dosyasını Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden İslam Can ve Necmeddin Erbakan Üniversitesi’nden Ruhi Can Alkın hazırlamış. Kıvanç Altıntaş, Emel Akbal, Muhammet Fırat, Celal İnce, Adem Palabıyık, Ahmet Gökçen, Veysel Bozkurt, Semih Söğüt Gülsen Çankal, Adem Üstün Çatalbaş ve Sinem Kaya Menekşeoğlu katkıda bulunmuş. Tam bu günler için dikkate alınacak bilimsel yaklaşımlarıyla.