Ergenekon soruşturması hem hukuki hem siyasi bir “taşıyıcı”dır. Karanlık yapılarla, darbe girişmeleriyle uğraştığı kadar, askerin siyasi rolüne de dolaylı olarak el atmıştır.
Şöyle diyelim: Bu dava ve soruşturma rayından çıkmadıkça, askerin özerk ve sorumsuz konumuna ilişkin sınırlayıcı sonuçlar üretecektir…
2002 sonrası reform politikaları devlet ve mevzuatta sivilleşme hamlesi başlatmıştı. Ancak bu durumun fiili bir karşılığı olmadı. Ordu siyasete yönelik müdahalelerini başka araçlarla yürüttü.
Ergenekon soruşturması ise bir darbe girişimini kuyruğundan yakaladığı oranda, sivilleşme hamlesinin bu eksikliğini hukuki yaptırımlar üzerinden fiili açıdan gidermektedir.
Doğal değil midir bu? Karanlık yapılardan hesap sormak, temellendikleri ana yapı ve ana gelenekten hesap sormakla mümkün olmaz mı?
Geriye dönme, siyasete müdahale yeni araçlar üretme yolları ancak hukuki yaptırım söz konusu olursa ve ana gelenek hedeflenirse kapanır. İtalya'da, İspanya'da, Yunanistan'da, Arjantin'de, Şili'de olduğu gibi…
Ergenekon davası bu açıdan Türkiye'nin temizlenme ve demokratikleşme hamlesinin taşıyıcısı olmaya adaydır…
Aksi çabalar, soruşturmada silahlar ile bazı ünlü simaları, küçük başlar ile büyük başları birbirinden ayıran, birini fail diğerini mağdur ilan eden, ele alan yorumlar, bilerek ya da bilmeyerek, Susurluk davasında olduğu gibi tetikçilerle sınırlı, ana gövdeye dokunmayan bir Ergenekon süreci talep etmekte, bu talebe destek vermektedir…
Türkiye JİTEM'le hesaplaşmak için faili meçhullerin faillerini, emir verenlerini bulmalı ve cezalandırmalıdır…
Bunları tekrar yaşamamak için ana yatak kurutulmalıdır.
Bu ise ise büyük geleneğin “askeri vesayet geleneği”nin hem hukuki düzeyde, hem politik olarak hem toplumsal meşruiyet açısından “eritilmesi”yle mümkün olur…
Adını tam koyalım:
Sorun askeridir ve gerçektir…
İntihar eden JİTEM'ci Albay Abdülkerim Kırca'nın cenazesinde tekmili birden yer alan komuta heyeti, aslında bu duruşuyla bile bu soruna, sorunun derinliğine işaret etmektedir.
Bir gazete haberi bakın ne diyor:
“JİTEM'in eski üyesi Abdülkadir Aygan, 'kayıp' sekiz kişinin öldürülmesinin yanı sıra dört cinayetle ilgili de emekli Albay Abdülkerim Kırca'yı suçlamıştı. Bu kişiler arasında Murat Aslan da vardı. Aygan'ın anlatımına göre Aslan, Kırca'nın emriyle Aygan ve bir grup itirafçı tarafından kaçırıldı. 7. Kolordu içinde ve JİTEM'e ait olduğu belirtilen yerde sorgulandı. Aslan, infaz edildikten sonra Şırnak'ın Silopi ilçesinde bir köyde toprağa gömüldü. Aygan'ın televizyon programında verdiği yer tarifi üzerine baba İzettin Aslan harekete geçti. Savcılığın izniyle yapılan kazıda kemikler bulundu. Adlı Tıp, kemiklerin 'kayıp' Murat Aslan'a ait olduğunu belirledi…”
Haber eski, uçan kuş duydu bunu…
Peki komuta kademesi bilmiyor mu?
Peki ya, Susurluk raporunun şu satırlarına ne demeli:
“İnfaz grubu ibaresi kanaatimizce birçok olayın düğüm noktasıdır. 'İnfaz grubu'na kim emir verebilir? Böyle bir grubu kimler kurabilir? Devlette bu yetki olacaksa sistem nasıl işleyecektir? Ve hangi amaçla bu sistem çalıştırılacaktır?
OHAL bölgesinde bu karar mercii başçavuşlara, komiser yardımcılarına çok daha önemlisi bu yetki dünkü terörist yarınki potansiyel suçlu itirafçılara kadar inmiştir.
1996 yılında kolordu komutanının her türlü düzensizliğe son vermek için harekete geçmesi bu adam öldürmedeki keyfiliği de bir noktaya kadar önlemiştir…”
Bu iddia devletin…
Ve açık: İnfaz grupları var, cinayetler işliyorlar, bir kolordu komutanı “bir nokta”ya kadar keyfiliği engelliyor, yani muhtemelen cinayetlerin kişisel çıkar için işlenmesine mani olmuş…
Gazeteciler bunları da mı unuttunuz?
Evet, sorun ortadadır.
Bu ülke demokratikleşecekse, ordu askeri işlevi ötesine adım atmayacaktır…
YENİ ŞAFAK