Yaşar Süngü’nün bugünkü Yeni Şafak’ta (15 Ekim 2017) yayınlanan “Misafir Odasının Sırrı” başlıklı yazısı şöyle:
Evlerimizdeki misafir odası, tıpkı bir misafir gibi çıkıp gitti hayatımızdan.
Büyük şair ve mutasavvıf Feridüddin Attar “Cevâhirnâme” isimli eserinde şöyle der: “Kardeş, misafiri hoş tut. Misafir Allah vergilerinden bir nimettir. Misafir, rızkını beraberinde getirir. Sonra ev sahibinin günahını götürür. Oğlum, sende yiğitlik, akıl ve idrak varsa misafirin değerini bil. Misafire karşı ikramlı ol. Kâfir bile olsa, git hemen kapıyı aç.”
Selçuklu’nun son, Osmanlı’nın ilk yılları yani 1304-1369 yılları arasında yaşayan ve bir çok ülkeyi, bu arada Anadolu’yu da karış karış gezmiş olan İbn Battuta da Seyahatnamesi’nde Ahilerin misafirlerini kapmak için yarıştığını anlatırken Türklerin misafirperverliklerini öve öve bitiremez.
***
Köylerde kasabalarda hala kaldı mı bilmiyorum, çok uzun değil bir zamanlar evlerimizde annelerin sadece misafir geldiğinde açtığı, onun dışındaki günlerde kapısını kapattığı ve çocukların çok merak ettiği özene bezene hazırlanan, diğer odalara göre son derece konforlu bir oda vardı; Misafir odası.
Köylerde sobaların üstünde güğüm denen bir kap sürekli durur, misafir odasındaki gömme banyoda ihtiyaç halinde kullanılması için hazır edilirdi.
Gömme dolaplı, gömme banyolu, ocaklı köy evlerinin neden şehre taşınmadığını anlamıyorum.
***
Her şeyin zekâtı kendi cinsinden olur.
Evin zekâtı da içerisinde misafir ağırlamaktı.
Kalıcı ve günübirlik gelen misafirler bu odada ağırlanır, ikramlar bu odada yapılırdı.
Misafir geldiğinde yemekler değişirdi, genelde etli olur ve mutlaka tatlı yapılırdı.
Misafir yük değil, eve bereket getiren, rızkı artıran biridir.
Neden?
Halk arasında, “Misafir rızkıyla gelir, bir kısmını yer, çoğunu ise eve bırakır gider” anlayışı ile “Babanın, misafirin ve mazlumun/ zulme uğrayanın duası reddedilmez” düşüncesi hakimdi.
***
Hakimdi diyorum çünkü artık bu anlayış da tıpkı misafir gibi terk etti bizi.
Bereket gibi.
Bereket de misafirmiş!
Misafir odası gittikten sonra peşinden sedir ve divan gitti, çekyat geldi.
Kızların sevgilerini işledikleri güzelim kilimlerimiz gitti, ne idüğü belirsiz mikrop yuvası halıfleksler geldi.
Sonra ne oldu?
Sonra herkesin akşamları bir araya geldiği ve evin en canlı bölümü olduğu için Hayat dediğimiz ortadaki büyük odaya salon dedik.
İçi boşaltılmış binalarımızı betonlaştırarak işi bitirdik, daha doğrusu işimiz bitti!
***
Şehir hayatı, kalabalıklaşan nüfus, geçim derdi, iletişim araçlarının çoğalmasıyla insani ilişkilerimizin azalması, insanoğlunu kendi kendine yeten bencil, egoist bir varlığa dönüştürdü.
Bunun adı eksen kaymasıdır.
İnsanoğlunun ekseni kaydı.
***
Nasıl bu hale geldik?
Bu sorunun cevabını Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu kitabında vermiş;
“İnsanları genel olarak inanan ve inanmayanlar olarak ayırırız.
Bunun içinde en kalabalık olan, üçüncü topluluk eksiktir.
O topluluk, kendini inanan sayan ve öyle ifade eden fakat hakikatte öyle olmayan kimseler topluluğudur.
Onlar az ya da çok Allah’a ibadet eden, dinin belli bazı “adet” ve sembollerini yerine getiren, ticarette son derece soğukkanlı olarak aldatan, vicdan azabı duymadan başkasının sırtından geçinen, bin sene yaşayacakmış gibi hayatlarını, mallarını ve makamlarını yitirmekten korkan veya kendilerinden güçlü olanlara yalakalık yapan kimselerdir.
Bu tip insanların belirgin özellikleri korkudur.
Hayat için korku, mal için korku, makam ve mevki için korku.
Bütün bu korkular arasında bir tek korku eksiktir: Allah korkusu.
Bu ruhla ikiyüzlü atmosferde kendi nesillerini büyütürler.
Bugünkü İslam dünyası içinde hiçbir yerde dine adanmışlık yok.
Sadece prensip olarak din öne çıkarılır ancak dinin somut taleplerinin pratikte bu kadar az yerine getirildiği görülmemiştir.
Bu çelişki İslam ülkelerinin çoğundaki vaziyeti açıklayabilir.
Dikkat edin ki Kur’an okunmak yerine, güzel sesle seslendirilip yorumlanmaktadır.
Böylece ne Araplar ne de Arap olmayanlar artık onun manasına ulaşmıyorlar ve Kur’an’ın benzersiz melodisinde, artık hiç kimse emredici ve kesin, bazen tatlı tatlı uyaran ve davet eden bazen ise tehdit eden yüksek sesle haykıran fakat her zaman ve yeniden tüm insan hayatının değişmesini talep eden hükümlerini tanıyamamaktadır.”
***
Evlerin bereket kaynağı yaşlıları huzurevine gönderdik, akrabalarla irtibatı kopardık, misafiri de kovduk.
Elektrikli aletlerimizle konforlu beton kutuların içine gömüldük.
Şimdi geçinemiyoruz diye ağlıyoruz.
Hak ettik!
Ne diyordu Cahit Sıtkı Tarancı; Bir kere Misafire çıkmış adın; İstesen de istemesen de gideceksin.