Adaleti Sağlamadan “Sosyal Adalet” Mümkün mü?

SİNAN ÖN

Padişahın biri ülkesindeki miskinleri toplar, sarayındaki bir koğuşta beslemeye başlar. Bunu duyan diğer insanlar “ekmek elden su gölden” diyerek saraya gelip bu koğuşta yaşamaya başlarlar. Miskinler çok kalabalık olunca padişah gerçek miskinleri tespit etmek için koğuşta yangın çıkarır. Herkes kaçışırken iki kişi kalır koğuşta.

Bu iki kişiden birisi sigarasını yakmak için diğerinden ateş ister. Cevap; “boşveeer, zaten birazdan ateş yanımızda olacak onunla yakarsın” olur.

Şüphesiz İslam’da anne babaya, yakın akrabaya, yetime, yoksula, miskine, yolda kalmışa yardım etmek, onları aç açık bırakmamak en büyük sorumluluklardan. Bu doğrultuda devletin bu işi organize etmesi ve kurumsal bir hale getirmesi de arzu edilebilir. Modern devletin bu işi çözme şekli ise “sosyal adalet”, “sosyal yardım” vb. kavramlara yüklediği anlamlar ile karşılık buluyor.

Zamanımızda büyülü, efsunlu, adeta kutsal bir kavramıdır sosyal adalet.  Dilendirildiği vakit sular durulmakta, kalpler huşu içinde çarpmakta, gözler umutla parlamaktadır. Entelektüel ya da politik olarak kavrama karşı çıkmak intihar etmek gibidir. “Sosyal adaletçi” olmayan aydın ve siyasetçi olmadığı gibi ideoloji de yoktur. Reddetmek aforoz edilmeye, hilkat garibesi olarak algılanmaya yeter. O, günümüz düşünce ve inanç dünyasının taçsız kralıdır.

Oysa son derece bulanık bir ihtivaya sahiptir kavram! Kavramı incelerken;  “herkesin yeri”, “herkesin hakkı”, “hakkın verilmesi veya sağlanması” gibi muğlak ifadeler bulabiliriz. Burada dikkat çeken konu insan eylemlerinin hangi kurallara tabi tutulduğu değil, toplum içindeki bazı kişi ve grupların özellikle sınıfların ne elde ettiğidir.

Kavram, mevcut düzenin adaletsizliklerinden türemiş ve bu düzenin meşrulaştırılmasını sağlayan bir özelliğe sahip. Evet, adaletsiz bir ekonomik düzen ve gelir dağılımı var. Ancak bunu gidermenin yolu,“sosyal adalet ilkelerine göre düzenlenmiş bir sistem midir?” sorusunu sormak gerekiyor.    

Sosyal adalet teorileri bir çağrıdır. Adaletsizliklerin ve haksızlıkların giderilmesi çağrısı! Bu çağrı bireye değil topluma, dolayısıyla toplumun en yetkin ve etkin organı olan devlete dönüktür. Talep; bazı sınıf ve gruplara, milli gelirin belli miktarını aktarmayı mümkün kılacak biçimde,sistemin örgütlenmesidir.

Bu talep sosyal adalet namına yapılır. Siyasi yelpazenin neresinde olursa olsun bütün partiler sosyal adaletçidir. Diktatörlüklerden demokrasilere bütün sistemler sosyal adaleti başlıca hedefleri arasında sayar. Roma Katolik Kilisesi sosyal adaleti resmi doktrinin bir parçası yapmıştır. Sovyetler Birliğinde binlerce insanın katli sosyal adaletle perdelenmiştir. Bununla birlikte onun yüceliğinden, yüksek bir ideal oluşundan kimse şüphe duymamaktadır. Neredeyse yarı-dini bir hurafe haline gelmiştir kavram.

Oysa insanların hayatlarında kendi sorumluluğundan kaynaklanmayan farklılıkları adaletsizlik olarak adlandırmak saçmadır. Bu durum doğuştan gelen farlılıkları kabul etmeme, isyan etme durumudur. Farklılıklar her zaman olumsuz da değildir ve imkân ve becerilerimizin farkında varamayabiliriz çoğu zaman.

Bununla birlikte örneğin gelirimizden şikâyetçiysek ve bize “adaletsizlik” yapıldığını ifade ediyorsak, genellikle yapanı değil toplumu şikâyet ederiz. Bu “soyut düşman” aslında kolaycılığa kaçmanın en basit yoludur.

Bu yüzden toplumu idare edenlerden sosyal adalet bekleriz. Aslında istediğimiz; ordular gibi tekil, üniform, renk, koku ve tat konusunda aynılaşan gruplar için geçerli olan, farklılıkların reddedilmesi olgusudur. Farkında olamasak bile“kumanda edilen topluluklar” haline dönüştürür bizi bu talep!

Çünkü kişi ve grupların sosyal adalet çağrılarının iktidar katında etki yapması, iktidarın onlar lehine adımlar atması; bu grupların konumlarını iktidara bağımlı kılması demek. Bu durum aynılaşan, iktidara kuyruk olan yapıların çoğalmasına ve idare edenlerin daha totaliter bir yapıya bürünmesine sebep oluyor.Sosyal adalet isteği karşılık bulan toplumlar giderek devletçileşiyor. Teşbihte hata olmasın; “gâvurun ekmeğini yiyen, kılıcını sallıyor!”

Aslında kavramda arızayı çıkaran “sosyal” kısmı… Sosyal kavramı dilimize öyle bir yerleşmiş ki, “iyi davranışın”,“samimi düşüncenin” doğal tasviri olarak kabul edilmekte. Bununla birlikte kelime her olguda farklı anlam kazanabiliyor. Örn;Özellikle Almanya’da sıkça kullanılan,“sosyal düzen” kavramı;topluma, toplum dışından dayatılmış bir düzen olarak karşımıza çıkıyor.

Bugün neredeyse yüzlerce kavram önüne sosyal sıfatı eklenerek kullanılıyor.  Sırf İngilizce’de 160 isimden behsediliyor. Dil emperyalizmini de hesaba katarsak, Türkçe’de bundan farklı bir durumun olmadığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Kavram böylece, insanlar arasında yararsız bir iletişim aracına dönüşüyor.

Kavramın üç farklı pratik etkisinden söz etmek mümkündür. İlk olarak toplumsal ilişkilere“tasarımlı insan icadı” havası verir. Devamında; asla biçimlendirilmemiş olan şeyleri biçimlendirmek için insana başvurur. Son olarak; önünde kullanıldığı kavramların içini boşaltır. Demokrasi, devlet, hukuk devleti, hak, yardım vb. kavramlarda olduğu gibi…

Bu yönüyle adına “sosyal devlet” denen şey Hayek’in tabiriyle “hayırhah despotizm” devletidir. Böyle bir despotizme demokratik yolla ulaşabilmenin yolu ise “sosyal demokrasidir.” Özetle kendi başlarına daha rahat anlaşılabilecek kavramların önüne sosyal sıfatını eklemek, bu kavramları herkesin istediği gibi yorumlayabileceği karmaşık bir hale getiriyor.

Bütün insanlar sadece insan olmaktan mütevellit, iyi olmalarına yardımcı olacak her şeyde eşit hak sahibidir ve olmalıdır. Böyle bir eşitlik anlayışında,“herkes hak ettiğinin karşılığını alsın” denmelidir. Biz bu duruma eşitlik değil adalet diyoruz. Daha doğru bir ifadeyle süreçte eşitlik sonuçta adalet…

Oysa sosyal adalette amaç, insanlar arasındaki maddi sahiplik farkının giderilmesidir. Bu farklılıkları giderme görevi doğal olarak devlete ait olacaktır. Böylece devlet insanına adil olmayan davranışlarda bulunacaktır. Çünkü insanlar fiziki güç, zekâ, beceri, bilgi ve çevre gibi bakımlardan devletin ortadan kaldıramayacağı farklılıklara sahiptirler. Devlet eşitlik sağlamak istiyorsa dezavantajlı olanları kollamak için ayrımcılık yapmak zorunda kalacaktır. Bunun adı “pozitif ayrımcılık” da olsa ayrımcılıktır.

Devletin ortadan kaldıramayacağı olgulardan biri de “kazanılmış haklar” gerçeğidir. Her ne kadar “eşitlik” adına bu hakları inkâr etse de bu adil olduğu anlamına gelmez! Örn; emekliliği, işe giriş zamanında imzaladığı sözleşmenin gereklerini yerine getirerek hak etmiş olanlara, devlet; “kusura bakma sizi emekli etmek için ödeneğim yok, edersem batarım!” diyemez. Bahane olarak geçmiş hükümetlerin yanlış yaptığını söyleyip sahiplenmemek ise, varlık mirasını kabul edip, borç mirasını kabul etmeyen mirasyediye benzer! EYT’nin konumuzla alakasını; yıllık sosyal yardım bütçesiyle, EYT maliyetini karşılaştırınca daha iyi anlıyoruz.

EYT raporunda 5 milyon 400 bin kişinin emekli olmasının yıllık maliyeti 103 milyar TL, 2019 yılı sosyal yardımlara ayrılan bütçe ise; 62,1 milyar TL. “Sosyal yardım bütçemizi 17 yılda 21 kat arttırdık” diyor, “aileyi yıkmak için yoğun yardım yapan” bakanımız! Ekonomik büyümeden oluşan refah artışını sosyal yardım aracılığı ile toplumun tüm kesimlerin ulaştırdıklarını iddia ediyor. Türkiye bütçesi 867 milyar TL, nerelere harcandığını kontrol edenler daha iyi biliyor.

Ayrımcılık konusuna geri dönersek, bu beklenti içinde olanlar salt kendisi, ailesi, grubu, sınıfı ya da ulusunu gözetiyor. Dayanışma ve yardımlaşma devlet tekelinde olunca, işin içerisine ülke hudutları, ulusal ve ideolojik beklenti giriyor.Sosyal adalet çığlıkları atanlar, sosyal adalet çağrılarının diğerlerini de kapsamasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Bu yönüyle sosyaldan çok siyasal yönü ağır basan feryatlardır bunlar. Kendileri baskın olup, iktidarları baskı altına almak istiyorlar.

Bu talepleri zeki oluşlarına, bilgilerine ve aklın abartılmış gücüne müthiş güvenen “aydınlar” yaparlar.Ama kendi kazanımlarından taviz vermeden! Onlar için sosyal yardımlar arttırılmalıdır ama kendileri bedel ödemeden! Toplumsal sınıflar içerisinde sosyal adaleti en çok isteyen gruplar ise memurlar ve işçilerdir. Bunların örgütleri olan sendikalar bu işin kompedanıdır. Oysa sendikalı işçilerin ne kadar sosyal adalet taleplerine cevap verilirse, sendikasız işçiler ya da işsizlere o kadar “sosyal adaletsizlik” yapılacaktır. Bu önemli değildir, çünkü onlar “Harran’lıdır!”

Bu yüzden herkesin ücretli memur veya işçiye dönüştüğü toplumlarda özgürlüğü korumak çok güçtür. Osmanlı’nın son zamanlarında“memuriyet kurumunun” nasıl bir toplum oluşturduğunu okumakta fayda var sanırım…

Belki de sorun, durumu kötüleşen her grubun “sosyal adalet” diye bağırmasından kaynaklanıyor. Durumu iyi olanlardan böyle bir talebi görmek oldukça zor! Ayağına basılan bağırıyor, ayağında nasır olan çığlık atıyor! Bu yönüyle kavram çoğu kimsenin zannettiği gibi talihsizlere yönelik masum bir iyi niyet ifadesi olmuyor. Haklı olmayan talepleri örten, dürüst olmayan bir kılıfa dönüşüyor. Entelektüel tartışmaların karşı çıkılamaz bir tabusu, ucuz gazeteciliğin veya politik demogojinin aracı oluyor.

Kavramının içi boş, anlamsız, isteğe göre doldurulabilir olması, örn; mutlak yoksulluğun ağır problem olduğu ülkelerde yoksulluğa çözüm olması beklenirken, sosyal mülahazaların çözüm önünde büyük engeller oluşturduğunu görmek gerekiyor.  Düzeltme diye sunulan reçetelerin imtiyazlar üreterek adaletsizliği ve yoksulluğu kökleştirdiğinin farkına varılması lazım…

Netice itibariyle biz isteri ki, insanlar sorumluluklarını ötelemesinler. Kendilerine ve bakmak zorunda oldukları kişilere ait sorumluluklarını unutmasınlar,  başkalarının üzerine atmasınlar. Sosyal adalet anlayışı ise, iktidarın her vatandaşa uygun bir gelir sağlamakla mükellef olduğu inancındadır. Bu durum sorumluluk duygusunun ve değerlerimizin düşmanıdır. Artık anne ve babaya ya da engelli yakına bakmak için devlet yardımı ön plandadır. Ecir yitirilir, ihlas kaybolur. Sonuç; çıkar ve fayda toplumudur. Rabbim bizleri muhafaza buyursun, diyerek bitirelim inşaallah…