Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Açık Görüş
Adalet ile vicdanın ayrışması: Epistemolojik faşizmin ayak izleri
Kuranı Kerim'de insan için; "Andolsun ki Ademoğlunu kerem (şeref) sahibi kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Ve onları helal şeylerden rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın çoğundan fazilet (açısından) üstün kıldık." diye buyrulmuştur. İnsan ile diğer canlılar asındaki fark bir derece farkı değildir. Mahiyet farkıdır. İnsan, kendisine özel ikramlarda bulunulmuş bir varlıktır. Çünkü ona ruhtan üfürülmüştür. Ve onun asıl serüveni de kendisindeki saklı olan cevhere dokunmaya çalışmaktır. Bunun için çok çabaladı, bundan sonra da çok çabalayacak ama nafile. Öğrendiği her yeni bilgi, onu daha çok kendi cehaleti ile yüzleştirse de o yine de hep bilmek ister. Bilmek ve egemen olmak ister. Hırslandıkça da bu isteğin kendisi değil, nesnesi önem kazanmaya başlar ve tarih boyunca dinlerin asıl amacı onun bu istidadının tanrılaşmasını engellemek olmuştur. Ama günümüzde artık hiçbir dinin geçerliliği kalmadı maalesef. "Özgürlük" dışında hiçbir hukuk normunun anlamı yok artık. Hiçbir etik değerin cazibesi kalmadı. İnsana ait olan bütün kutsalların başköşesinde oturan iki kavram var, özgürlük ve demokrasi. Sınırsız özgürlük, sınırlı inanma. Sınırsız demokrasi sınırlı adalet bugünkü dünyayı özetleyen ifadelerdir.
Özgürlüğün yeni tanımı
İnsanın ilk yaratılışta işlediği günah ve bunun hep tevarüs edildiğine olan (muharref) dini inanç, Batı'da ilk zamanlarda dürtülerin de temelde kötü ve kötülüğe meyyal olduğu düşüncesini doğurdu ve daha sonra da bundan kurtulmanın en büyük özgürleşme en büyük kazanım olduğu kanaati egemen olmaya başladı.
Böylece özgürlüğün yeni bir tanımı doğdu; insanın sahip olduğu doğal dürtülerin her türlü dini ve toplumsal değerlerden kurtarılması... Bu başarının devamında ise, kontrol mekanizmalarından kurtarılan dürtüler için yeni uyarıcı mekanizmalar inşa edilmeye başlandı ve hatta uyarıcı objeler ayrıca da kutsanmaya başlandı. Söz gelimi toplumsal değerler adına çıplaklık eleştirilemiyor çünkü doğrudan kutsanmış bir alana dönüştürülmüştür. J. Berger'e göre çıplak kadın resimleri, kadının bu konudaki kendi açlığını gidermek için değildirler. Bu gösteri üzerinden insanın içine girdiği gerilimin sonucunda dürtülerin uyarılıp, tabir caizse üzerine boşalması gereken yüklem değişmiş olacaktır. Ona göre resimlerde bulunan çıplak kadının birisiyle sevişirken dahi hep dışarıya bakması asıl cinsel kahramanın resme bakan olmasındandır.
Kolay ikna argümanı
Günümüzdeki çıplaklık özgürlüğünü de bu bağlamada görmek gerekir. Gözle görülenin zihinde bir dumura uğratılması amacı ile gerçekleştirilen uygunsuz fiil için üretilen ortak payda işte bahse konu ettiğimiz sihirli kavram olan "özgürlüktür".
Muhatabı için bedenini teşhir eden bir kişinin daha çok özgür olduğunu söylemesinin bu kadar kolay ikna edici bir argüman olmasına hep hayret etmişimdir.
Sanat sosyolojisi ve felsefesi ile hasbel kader ilgilenen bir akademisyen olarak ülkemizdeki sanatçı etiketli "sosyolojik cemaatin", bazı istisnalar dışında bu alandaki yetkinlikleri veya yetenekleri konusunda tatmin edici bir üretim ve kapasiteye sahip olduklarını maalesef söyleyemiyoruz ama lafa gelince de halk deyimi ile kimse mangalda kül bırakmıyor. Geçenlerde İmam Hatip Liselileri kategorik olarak aşağılayan ifadelerde bulunan sözümona ses sanatçısı Gülşen için de benzer şeyler söylenebilir. Sahiden bahse konu kişi özgün sesi ile mi biliniyor, besteleri ile mi, yorumları ile mi, güfteleri ile mi bu alanda kendisine bir statü edinmiştir? Ben öyle olduğunu sanmıyorum. "yatcaz kalkacaz ordayım" gibi anlamsız, içeriksiz ahenksiz ve ritimsiz ses uyumu bile olmayan kelimelerin mekanik ses aletleri ile bir gürültüye dönüştürülüp bağırmasından başka nesi var sahiden? Dahası bu sözleri yukarda andığım Berger'in çıplak kadın resimleri bağlamında değerlendirmek dahi mümkün değil midir? "Ama gençler çok seviyorlar ve dinliyorlar" babındaki anlamsız itirazı bilahare bir başka yazının konusu yapmak üzere şimdilik lütfen paranteze alın.
İşlenen bir cürüm var ve hiç kimse bunu konuşmuyor. Hiç kimse söylenen bu sözün kimleri nasıl ve ne kadar aşağıladığını düşünmüyor bile. Peki neden? Çünkü işin içinde dokunulmaz sosyolojik cemaat üyesi bir sanatçı (!) var, çünkü hiyerarşisiz bir ontolojik okuma var, çünkü epistemolojik bir faşizm var. Çünkü içeriksiz ve sınırsız bir özgürlük fikri var. Ülkemiz bu konuda en tuhaf sosyolojik yapıya doğru evrilen coğrafyalardan birisidir. Kendi tarihine yabancı, kavmine ve kültürüne düşman, inancına kör reddi mirasta bulunan bu yapı var karşımızda. Üstelik her kutsala karşı kendisi özgür olacak ama aynı zamanda her kutsal da onun kontrolünde olacak.
Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, adını burada anıp midenizi bulandırmayayım, bir partinin genel başkanı şov için gittiği Cuma namazında hutbe veren imama ne söylemesi gerektiğini buyurdu. Hem de öfkeli ve hoyratça bir üslupla. Hatırlanacaktır, daha önce de Diyanet İşleri Başkanının bir Cuma hutbesinde farklı cinsel tercihlerde bulunmanın haram olduğunu ve İslam'a göre de bu fiilin şiddetle cezalandırılması gerektiğini söyleyen ifadesine itiraz etmişlerdi.
İnandığınız dinin temel buyrukları bize, topluma ve zamana uymuyor, bunları beğenmedim gidin bunları hemen benim istediğim gibi değiştirin ve öylece aramıza gelin diyecek kadar pervasızlaşan bir kitle var karşımızda. Üstelik bu kitle, çoğunlukla gayri nizami harp teknikleri ve bazı medyatik imkanlarla insan duyarlılığını bir çatışmaya sokarak var olan metafizik gerilimlerin asıl yönelmesi gereken alanları da farklılaştırmayı başardı. Söz gelimi, bireyin asıl duyarlılığının merkezinde yer alan "insan"ın yerine evcil hayvanlar veya çevre geçirilmiştir. Aynı günde trafik kazasında ölen bir sokak çocuğuna gösterilen ilgi ile belediye memurlarının bir hayvana yaptıkları kötü muameleye karşı oluşan ilgi, bunun açık bir örneğidir. Özetlemek gerekirse bugün dünyadaki egemen paradigmanın ortak evrensel kavramı özgürlüktür. İnsanın içine düşmüş olduğu kör kuyudan kendi aklını kullanarak kurtulması olarak da tarif edilen bu tez, aydınlanma düşüncesinin bir ürünü olarak bugün insanlığın elindeki en kutsal değerdir. Özgürlüğün bizzat kendisinin kutsallığından bağımsız olarak ayrıca inşa edilen bir dokunulmazlığı vardır günümüzde. İnançlar ona göre ayarlanıyor, gelenekler ona göre düzenleniyor, kanunlar ona göre yazılıyor. Bir hipergerçeklik olarak inşa edilen özgürlüğün yutmayacağı değer ve yok etmeyeceği kutsal yoktur.
Egemen paradigma
Reel gerçeklik alanındaki özgürlük ile hipergerçeklik alanındaki özgürlük kavramları arasında sıkışan bir dünyada kimin paradigması egemen ise doğru ve hakiki bilgi sahibi olan da odur. Gülşen taraftarları haklı oldukları için değil, bir hipergerçeklik olarak inşa edilen özgürlüğün sınırlarını belirleyebilme imkanına sahip oldukları için onun işlediği suçu değil diğer konuları gündemin en üstünde tutmayı başardılar. Oysa tam da özgürlükçü olarak kendilerini tanımlayanların en çok karşı olması gereken bir cürüm işleniyor. Kategorik olarak sosyolojik bir grup, sapıklıkla itham ediliyor. Her camianın ve her toplumun içinde anomiler ve sapmalar mutlaka vardır ama bir kişinin kabahatini bütün bir camiaya mal etmek belki de en eski önyargılardan birisidir ki hukukun da esas konu başlıklarından birisidir. Yani suçun şahsiliğidir. Bunların Batı hayranlığı sahiden de her konuda tam anlamıyla yapmacık bir taklitçiliktir ve bir fiyaskodur. Batıya öykünerek beden üzerinden sunulan cinsellik dahi yapmacıktır. Bu konudaki en ikonik figürlerden birisi olan Madonna, sözgelimi bedeninin cinselliğinden çok, soyut bir cinsellik sunmak ister. İlhan Berk'in ifadesi ile; onun bize sunduğu o baştan çıkarıcı, sarışın fettandan öte başka bir imgedir. Bizimkiler ise kutsal hayayı cinselleştirme peşindedirler ve bundan dolayı da somut bir ten üzerinden var olmak isterler. Sadece kösnül bir gövde olmanın peşinde olanların kafasındaki özgürlük idesinden evrensel bir insan hakları beyannamesinin neşet etmesini beklemek kadar tuhaf bir durum yoktur sanırım. Esasında bugün ki dünyanın en büyük sorunu, insanlığın kadim zamanlardan beri sahip olduğu pek çok sembolün ve değerin arkasında ve evveliyatındaki mitolojik ve dini inançları dejenere etmiş olmasıdır. Bir başka ifade ile karşı çıktığı temel değerleri bağlamından koparıp yeni bir mitolojiye dönüştürmesidir. Değişimden maksat da zaten bahse konu sembollerin bağlamından koparılıp yeni bir mitolojiye dönüşümüdür. "Anlam"ın kaybolduğu bir dönüşümdür. Benim temel tezlerimden birisi de bütün bu keşmekeşliğe neden olan ise insanlığın adalet duygusunu kaybetmiş olmasıdır. Zira adalet, toplumsal var olmanın biricik ortak paydasıdır.
Tarihsel olarak baktığımızda esasında "adalet" tüm insanlara hitap eden peygamberlerle anılan bir kutsallık olmasına rağmen günümüzde belli bir coğrafyanın ürettiği bir değer olarak görülmektedir. Batı'da adaletin geliştiği ve sistematik bir hal aldığı iddia edilir ve kabul görür. Muhtemelen de öyledir. Bugün Batı dışı toplumlarda kendisinden emin olabileceğin bir adalet sistemine referansta bulunmak neredeyse imkansızdır. Bu durum aynı zamanda Batı için ölümcül bir çelişkiye dönüştü. Bir yandan dünyaya adalet ihraç ederken diğer yandan son derece mide bulandırıcı çifte standartlarla hayata bakmaktadır. Dahası bu ölümcül paradoksu popüler kamuoyu baskısı ile manipüle edebilen bir dizi enstrüman da var ellerinde ama bu işin ilanihaye böyle devam etmesi mümkün değildir.
Esasında insanın aklında ve gönlünde var olan adalet ve vicdanın asıl bağlamı hukuki (yargısal) değildir. Teolojik ve metafiziktir. Bundan dolayı da kategorik olarak bir kesimi aşağılamak suretiyle büyük bir cürüm işleyen kişinin işlediği suçtan ziyade ona verilen orantısız ceza daha çok bahse konu edilmektedir çünkü vicdan ile adalet çelişiyor. Teorik olarak onun işlediğinin suç olduğuna inanıyorlar ama cezalandırılmasını istemiyorlar. Çünkü adaletin vicdan ile olan organik bağı kopmuştur. Bu durum ise bireyin suç ile arasındaki mesafeyi kısaltır.