Askerlikte olduğu gibi siyaset ve diplomaside de stratejik hedeflere ulaşmak maksadıyla yer yer taktik hamleler icra edilir. Taktik hamleler bir nevi şaşırtma, oyalama veya asli hedefe giden yolu kolaylaştırma ve hızlandırma amacıyla tercih edilir. Ancak hiçbir zaman taktik hamlelerin stratejik hedeflerin önüne geçmesine ya da onun yerine tutmasına müsaade edilmez.
Ne var ki karşı karşıya kalınan devasa zorluklar ve çok boyutlu kuşatmalarla içine düşülen derin beka kaygıları öncelikler meselesini içinden çıkılması imkânsız bir takım karmaşık hallere sokabilir. Kaygılar özgüveni sabote eder ve panik hali ruhu esir alırsa siyaset önce taktik hamleleri yoğunlaştırıp ardından da takiyye olarak nitelenebilecek söylem ve ilişki biçimlerine doğru savrulabilir. Toplumsal tarih okumaları bu aşamalardan sonra ortaya çıkan savruluş akıbetlerini defalarca kayda geçirmiştir.
Bit Pazarına Nur mu Yağıyor?
Türkiye’nin maruz kaldığı Tek Parti ve askeri vesayet dönemlerinin yol açtığı sosyal-siyasal ve psikolojik travmaları halen atlatamadığımıza dair pek çok emareden bahsedebiliriz. Bu emarelerin en yoğun olarak yaşandığı alan resmi ideolojiyle alakalıdır elbette. Hiçbir kimse ve kesimi siyasi tercihi dolayısıyla suçlamak durumunda olmayacağımızı söylemeye dahi hacet yok esasen. Fakat resmi ideoloji yani Mustafa Kemal ve siyasal çizgisini tartıştırmayan aksine bunları bütün kamusal hayatı belirleyici prensip olarak dayatan anayasa, yasa ve teamüllere itiraz etmeyi de hem bir hak hem de bir vazife bilmemiz icap ediyor.
Yakın dönemde askeri vesayetin başını çektiği bürokratik oligarşinin dayatmalarını kıran pek çok gelişmeye şahitlik ettik. Meclis kürsüsünden Dersim’in tartışıldığı, İstiklal Mahkemeleri zulmünün tersine işleterek İskilipli Atıf Hoca’nın iadeyi itibara kavuşturulduğu, başörtüsü üzerinde sallandırılan Demokles’in kılıcının iş göremeyecek şekilde kırılıp parçalandığı günleri birlikte yaşadık. İlkokul çocuklarına her sabah okutulan İslam karşıtı-ırkçı andların, militarist teamüllerin yaygınlaşmasını kolaylaştıran resmi törenlerin, okulları kışlaya ve öğrencileri emir erine dönüştüren Milli Güvenlik derslerinin yürürlükten kaldırılması muazzam kazanımlardı tabii ki. Kirli tuzaklarla akamete uğratılmış olsa da Kürt meselesinin çözümü yolunda atılan adımlar son derece önemli ve kazandırıcı deneyimlerdi. Kimi eksik ve zaaflarına rağmen bu süreçler bütün bir ülkeyi rahatlatan, geliştiren ve olgunlaştıran tecrübelerle tarihe geçti.
Ne yazık ki15 Temmuz darbe girişimiyle zirve yapan FETÖ tehdidi ve Suriye’de Amerika desteğiyle kurdurulan kantonlar üzerinden büyüyen PKK tehlikesi pek çok kazanımı riske attı. Bu risklerden birisi de artık dayatma gücünü büyük oranda kaybetmiş resmi ideoloji figür, sembol, söylem ve teamüllerine yönelik değişen tutumlarda kendisini göstermektedir. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı etkinlikleri bağlamında ortaya çıkan (belki de oluşturulan demek daha doğru) atmosfere bakıldığında Atatürk ve Atatürk ilkeleri büyük bir mucize keşfedilmişçesine, kaybolan bir hikmet yeniden bulunmuşçasına gündemin merkezine oturtuldu. Söylemeye gerek yok lakin Mustafa Kemal ve Kemalizm, Atatürk ve Atatürkçülük hiç kimse için sır da değil, meçhul de değil. Her ne kadar resmi bayram olsa da biraz aklı eren herkes sormak durumundadır “bayram değil, seyran değil nerden çıktı bu Atatürk ve Atatürkçülük aşkı?” diye.
Simyacı’nın Dahi Beceremeyeceği Sentez
Önce Türk milliyetçiliğine ilişkin söylemlerin dozu ve önermelerin yoğunluğu arttırıldı, şimdilerdeyse Atatürk ve Atatürkçülük üzerinden “köklere dönüş ve tarihle barışma” kulvarında hızlı ve amansız bir yarış zuhur ediverdi. Tarih yeniden mi yazılacak, Mustafa Kemal’in hayatı yeni baştan mı oluşturulacak yoksa Türkiye toplumu bir mühendislik mucizesiyle köklü bir biçimde tanzim mi edilecek bilmek mümkün değil. Sadece siyasi açıdan değil ondan daha önemlisi ahlaki açıdan sergilenen bu zikzakla toplumun hangi tabakası kuşatılabilir acaba? Bu duruşa kim inanır, inananların tercihi ne kadar değişir soruları burada çok anlamlı ve faydalı durmuyor zaten. Özünde yanlış olan siyasi hedeflere ulaşmak üzere benimsemediği hatta çeliştiği kişi ve değerleri taktik açıdan benimsemiş gibi bir imaj oluşturma çabasıdır.
Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü asli sahiplerine bırakmakta fayda ve zaruret var. Atatürk ve Atatürkçülük üzerinde oynamaya, bunlar üzerinde sentezler üretmeye heveslenmenin hiçbir manası yok. Hukuk ve ahlak zemininde ilişkili olmaktan öteye bir yol gözükmüyor. Atatürk’ün açtığı yolda, kurduğu ülküde durmaksızın yürüyenlerin bu ülke ve toplumun başına neler neler getirdiği çok iyi biliyoruz. Atatürk ve Atatürkçülüğü yeniden üretecek bir siyaseti icra edecek bir insanın anasından doğması mümkün değil.
Saçma teoriler, geçersiz kıyaslar kurup maalesef komik duruma düşülüyor. Açılımın zarureti, yeni şeyler söylemenin gereği, toplumun geniş kesimlerini kuşatıp kucaklayacak pratiklerin aciliyet kespettiği şüphesiz doğrudur. Ancak gerçekçi olup imkânsızı istemenin başa çok belalar açacağını bilmek için kâhin olmak gerekmiyor. İktidar önemlidir ancak ilkeleri paspas etmeden, ahlaki ve hukuki prensipleri merkeze alınarak elde edildiği ve tutulduğu sürece.
Yeni Akit