Açlık Grevleri, İnsani Duyarlılık ve Şiddet

Açlık grevine girenleri korumak bir yana şiddet/öldürme eylemlerine devam ediliyorsa, iktidar eleştirisinin toplumsal etkisi olmaz.

HAKSÖZ-HABER

Açlık grevleri ile kamuoyundan insani duyarlılık bekleyen PKK, şiddet eylemleriyle nasıl bir duyarlılık oluşturduğunun farkında değil mi?

Cezaevlerindeki PKK tutuklu ve hükümlülerince başlatılan açlık grevi eylemi Türkiye gündeminin bir numaralı tartışma maddesi olmayı sürdürüyor. Sonuçta pek çok insanın ölümüyle sonuçlanabilecek bir eylem söz konusu ve buna yönelik bir yandan insani duyarlılık adına olumlu tutum takınılmasına yönelik çağrılar sürüyor. Öte yandan ise başta Başbakan’ın sözlerinde karşılık bulan bir dikkate almama, pek umursamama şeklinde bir tutumun da kamuoyunda yaygın bir tarzda karşılık bulduğunu söylemek mümkün.

Konuya nasıl yaklaşılması gerektiği hususuna çeşitli açılardan tartışmalar devam ediyor. Gerek eylemle dile getirilen taleplerin içeriği, gerekse de seçilen yöntem üzerinden farklı değerlendirmeler yapılmakta. Eylemle gündemleştirilen taleplerin cezaevi koşullarının haricinde siyasi nitelik de taşıması en çok tartışılan hususların başında geliyor. Buna karşın taleplerin temelde insan hakları kriterleri noktasından reddedilemeyecek talepler olarak görülmesi ve eylemcilerin kimliğinden ve başvurdukları yöntemden bağımsız olarak karşılanması gerektiğine dair görüşler de var.

Etyen Mahçupyan açlık grevi eyleminin doğası ile PKK örgütünün şiddeti temel yöntem olarak kullanan yapısı arasında ortaya çıkan farklılığı tahlil ediyor. Bir yandan açlık grevi gibi pasifist bir yöntemi taleplerinin kabul edilmesi için öne çıkartan ve insani duyarlılık bekleyen örgütün, aynı anda silahlı eylemlerine ara vermeksizin devam etmesindeki tutarsızlığa dikkat çekiyor:

 

Siyaset Yerine Açlık Grevi

Etyen Mahçupyan / Zaman

Direniş geleneğinin araçlarından biri, iktidarı altından kalkamayacağı bir manevi yükle karşı karşıya bırakacağı düşünülen açlık grevleri…

İnsanların bilerek ve isteyerek ölüme gitmeleri veya kendilerini sakatlamayı kabullenmeleri, toplumsal duyarlılığın tetiklenmesi açısından etkili bir yöntem olarak kullanılagelmiş. Açlık grevlerinin gücü, yapanların üzerinde bir örgüt baskısı olsa bile, bunun son kertede bireysel bir tercih olmasıdır. Çünkü hemen her zaman kişileri vazgeçirmek üzere uğraşan odaklar ortaya çıkar ve yönetimin kendisi de süreci durdurmak üzere ikna edici olmaya çalışır. Buna rağmen direniş devam etmekteyse, olayın dışardan anlaşılması kolay olmayan bir psikolojik derinliğinin de olduğunu kabul etmek gerekir. Hele direnişçiler bilinen anlamda ‘dindar’ değillerse, yani ölümden sonraki hayata inanmıyorlarsa, ödemeye kalktıkları bedelin çok daha ağır olduğunu gözden kaçıramayız…

Diğer yandan açlık grevlerinin bir felsefesi, bu yöntemi meşruiyet zeminine oturtan bir bakışı da var: Direnişçiler çaresiz olduklarını, ‘insan’ olarak yaşama imkanlarının kalmadığını, dolayısıyla pasifizmin en uç noktasına gitmeye karar verdiklerini söylemiş olurlar. Aslında açlık grevine başlayan kişi, önüne gelen yemeği reddederek, o ilk andan itibaren ‘yaşamamayı’ seçmiştir. İktidara verilen mesaj ‘sen beni zaten öldürdün ve ben sana bu yaptığını gösteriyorum’ şeklinde ifade edilebilir. Ancak daha temelde direnişçilerin bir çatışmanın tarafları olduğu düşünülürse, siyasi ve felsefi bir mesaj daha verdikleri ortaya çıkar: ‘seni öldürmektense kendimi öldürüyorum’…

Dolayısıyla açlık grevleri esas olarak pasifist ve barışçı bir çaresizlik duruşunun sergilenerek insanların insanlığa davet edilmesidir. Bu nedenle de direnişin gücü ve anlamı söz konusu siyasi hareketin bu eylemi nasıl taşıdığıyla doğrudan bağlantılıdır. Eğer açlık grevlerini sürdürenlerin dahil olduğu örgüt hemen her gün insan öldürmeye, okul yakmaya, belirli bir bölgede asıl iktidarın kendisi olduğunu söylemeye devam ediyorsa, o açlık grevi de ‘kendisi’ olmaktan çıkar, toplum nezdinde araçsallaşır ve beklenen etkiyi yaratamaz. Örneğin eğer açlık grevleri süresince PKK da ateşkes ilan etse ve Kürt meselesinin tüm gerilimini sembolik olarak bu direnişin omuzlarına bıraksaydı, şu anda çok farklı bir duyarlılık noktasında olurduk. Çok muhtemelen dindar kesimden de geniş bir destek alınabilir, dünya kamuoyu ayağa kaldırılabilir ve hükümet de şimdiki savsaklama taktiğini sürdüremezdi…          

BDP/PKK çizgisi, gelinen noktadan siyaseten sorumludur. Reformların yapılmamasının sorumluluğu nasıl AKP’ye aitse, direniş siyasetinin sorumluluğu da Kürt siyasetini hegemonyası altında tutan partiye ait… Siyasi meşruiyeti zayıf direnişler daima reformları geciktirme potansiyeli taşırlar, çünkü iktidarlara söz konusu meşruiyet zaafının ardına gizlenme şansı verirler. BDP/PKK çizgisi de bugün açlık grevlerinin etkisiz olmasına yol açmış durumda. O nedenle sayının on binlere çıkması, milletvekillerinin de greve katılması gerekiyor. Bir BDP’li milletvekili ‘çaresiz’ kaldıklarını, açlık grevine destek vermekten başka yol kalmadığını söylemiş. Doğru… Başbakan toplumda duyarlılık yaratılamadığını görüyor ve BDP’nin siyasi hatasını sonuna kadar kullanmaya niyetli. Bunu insani açıdan kınayabiliriz, ama eğer Kürt siyaseti de insani bakıştan uzak duruyor, açlık grevine girenleri korumak bir yana öldürme eylemlerine devam ediyorsa, iktidar eleştirisinin toplumsal etkisi olmaz. Amaç herhalde iktidarı cezalandırmak üzere kendi hayatını vermek olmamalı. Hele iktidar bu sonuçtan bir ceza görmeyecekse… Direniş haklı ve meşru taleplere sahip ama direniş aynı zamanda aynı talepleri taşıyan siyasetin de parçası ve söz konusu siyaset esas olarak haklı ve meşru değil. Kürt siyasetinin anlamakta zorlandığı bu gerçek onu siyaseten başarısız kılıyor. Çare olarak da bir yandan talep çıtasını yükseltirken, diğer yandan da bedel ödeme söylemi etrafında bir kutsallaştırma ve Kürt kimliğini bunun içine oturtma gayreti gösteriliyor. Oysa bedel ödemeyenlerin Kürt olmadığı yargısını ima eden bu yaklaşım, iktidara hak etmediği bir meşruiyet zemini veriyor.     

Şiddet karşı tarafı zorlar ama ne yapacağını belirlemez. Ve eğer şiddet kullanmadan elde edilebilecek haklar şiddet üzerinden aranırsa, o hakların verilmemesini meşru kılan bir siyasi atmosferi kendi elinizle yaratırsınız. O noktadan itibaren artık şiddet başarısızlığın örtüsüdür. Bunun bedelinin insan hayatıyla ödenmesi ne insani ne de ahlakî…

***

Konuyla ilgili Hilal Kaplan'ın Yeni Şafak'ın dünkü nüshasında yayınlanan Öcalan Oyunları başlıklı yazısı da okunabilir.

 

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!