18 Ağustos tarihli yazımda yeni bir muhayyileye ve yeni bir yol haritasına ihtiyacımız olduğunu söyleyip üç ideali bir an önce hayata geçirmemiz gerektiğini yazmıştım.
İslam dünyasındaki işgallere karşı duracak; iç çatışmaları (mezhebî, etnik, bölgesel vs.) önleyecek; baskı rejimlerinin zulmüne ortaklaşa karşı koyacak fiili oluşumlar. Bunlar İslam Barış Gücü; Haram Aylar fikrini küresel düzeyde canlandırıp uyulan hürmet haline getirilmesi ve Zekat Fonu'nun oluşturulması.
Ramazan ayında açlığa karşı muazzam bir duyarlılık gelişti. Sayın Başbakan'ın bunca insanı iki uçağa doldurup dramın yaşandığı yere götürmesi iyi oldu.
Bilmek, görmek ve yaşamak bir değildir. Afrika'da insanların aç olduğunu "biliyoruz", bu ilme'l-yakin bir bilgidir. Gidip yerinde görmek, müşahede etmek bilgimizi ayne'l-yakin seviyesine çıkartır. Modern bilgi üretme yol ve yöntemleri açısından açlıkla ilgili bilgi süreçleri burada biter. Fakat din açısından söz konusu süreç üçüncü adım atılmadan tamamlanmaz, "bilme edimi"nden gözetlenen maksat hasıl olmaz. Üçüncü aşama hakka'l-yakin olan fiili tecrübedir ki, bu bilgiyi de beden ve ruh seviyesinde tecrübe etmedikçe elde edemeyiz. Açlık denen büyük acının ne olduğunu hakka'l-yakin olarak "bilme"nin yolu, açlığını "bilip gördüğümüz" aç insan gibi "aç kalmak"tır. Bu da ancak oruçla mümkün olabilir. Ramazan, birçok hikmeti yanında bize açlarla sahici empati kurma imkânlarını fiilen vermektedir.
Ara not: Umarım, açların dramını yerinde müşahede edenlerden bazıları, milyonlarca lirayı harcadığı köpeklerinin esaretine son verip onları asıl ait oldukları tabiatın kucağına salar, o parayı Somali'ye gönderirler. Yüzlerce takım elbisesi, ayakkabısı, katı, yalısı olan diğerleri de öyle yapar.
Gerek Türkiye halkının gerek hükümetin Somali konusunda yaptıkları her türlü takdirin üstünde olmakla beraber, yeterli değildir. Bu yardımlar açlığı önlemez, hatta iki sebepten dolayı kalıcı hale bile getirebilir:
İlki, bir ülkenin tek başına bu işlere soyunması diğer ülkelerin devlet ve hükümetleri nezdinde ulusal güvenlik stratejileri çerçevesinde algılanmasına yol açar, onlar da mukabil hamleler ve yardım kampanyalarına girişerek, bir anda açlık bölgesi birbiriyle kavga eden devletlerin çatışma alanına döner. Afrika'daki açlığın kronik sebeplerinden biri sömürgecilik dönemi ve sonrasında Batılı ülkelerin bu kıtada yürüttükleri rekabetler, bir bölgenin halkını parçalara ayırıp kendilerine taraftar yaptıkları kabile veya grupları diğerleriyle çatıştırmasıdır. Türkiye, böyle bir günahın faili olmamalı.
Diğer sebep açık: Günün aktüel açlığını yemek dağıtarak giderdiğinizi düşünüp vicdanınızı rahatlatabilirsiniz, ama sorun temelde olduğu gibi yatmaktadır. Milyonlarca insana sürekli yemek dağıtarak açlıktan kurtaramazsınız, bu çare değildir.
Türkiye, bir yandan bu yardımları sürdürürken, diğer yandan evveliyetle iki adımın atılmasına öncülük yapmalıdır:
1) Öncelikle bıçağın kemiğe dayandığı bölgelerin maddi ve sosyal refahlarını insani hayatı mümkün kılacak seviyeye yükseltecek ekonomik tedbirler almak. Yatırımlar yapmak, tarımı ıslah etmek, sulama tesislerini kurmak, gerekli altyapıyı kurmak. Bu faaliyetlerin finansmanını İslam Zekat Fonu'ndan karşılamak lazım ki, bu fona bütün İslam ülkeleri milli gelirleri oranında belli paylarla katılmalıdırlar. Bunun için zekatın devletler tarafından toplanması ve bir bölümünün İslam İşbirliği Örgütü bünyesinde kurulacak Zekat Fonu'na (Beyne'l İslam'ın Beytülmal'ine) aktarılması lazım.
2) Afrika, Asya ve başka yerlerde süren açlık ve yoksulluk konusunda küresel duyarlılık geliştirecek çalışmalar yapmalıdır. Hem İslam dünyasında hem Batı'da bu konuda duyarlı insanlar ve sivil toplum kuruluşları var. Bu insanlar ve kuruluşlar, dikkatleri kitlesel ölümlere yol açan açlık ve yoksulluk tehlikesine çekmeli; bunun yanında dünyayı, vahşi kapitalizm düzeniyle bu hale getiren mütegallibe güçlere, küresel sömürücülere karşı ahlaki mukavemete, hangi din ve ülkeden olursa olsun duyarlı insanları ortak sorumluluk üstlenmeye davet etmelidir.
ZAMAN