1 Ekim'de Meclis'in açılışı ile birlikte "demokratikleşme açılımı"nın ikinci evresi başlayacak. Yöntemin tartışıldığı, tarafların nabzının tutulduğu ve zeminin sağlamlaştırıldığı başlangıç evresi sona erecek. Sürecin ateşleyicisi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmuştu. Meclis'in açılışında yapacağı konuşma muhtemelen bu yeni evre için de önemli yol işaretlerinden birini teşkil edecek.
Saflar belirginleşti, herkes yelpazedeki yerini aldı. Ortaya renkli ve zengin bir yelpaze çıktı. Şiddetin egemen olduğu şartlarda öfke, korku, acı, nefret kısaca duygular hükümranlığını ilan eder. Çözümün peşine düşüldüğü zaman siyaset, yani akıl devreye girer. Yelpazeyi zenginleştiren de siyasetin ürettiği çoğul akıl. "Demokratikleşme açılımı" siyasî kimlikleri yeniden tanımlayan, bütün siyasî kanaatleri yeniden oluşturan ana çerçeveyi oluşturuyor. Türkiye sadece Kürt sorununu çözmüyor; Kürt sorununu da çözecek şekilde siyasal altyapısını yeniden oluşturuyor. Açılımın yelpazesi bu yüzden doğrudan doğruya siyasî kimlikleri ve tutumları temsil ediyor. Artık yöntem yerine çözüm alternatiflerinin tartışılacağı yeni evrede aklın egemen olduğu ana yelpazeyi yakından takip etmemiz lâzım.
Bu yelpazeyi takip edebilmek için birkaç ıskalayı bir araya getirmemiz lâzım. Bu ıskalaların başında milliyetçilik geliyor. Bu yelpazenin bir tarafında Kürt ulusalcılığı (kendi tercihleri olduğu için bu tabiri kullanıyorum) diğer tarafında Türk milliyetçiliği yer alıyor. Yelpazenin ortasında ortak hukuka tabi olmaya ve vatandaşlık esasına dayanan modern bir ulus anlayışı yer alıyor. Milliyetçilik ıskalası Kürt seperatizmi ile devlet milliyetçiliğini açılım yelpazesinde karşı karşıya getiriyor. Oral Çalışlar'ın Radikal'deki köşesinde mukayese ettiği "hâkim ulusun milliyetçiliği" ile "ezilen halkların milliyetçiliği" modası geçmiş bir fanteziden ibaret. Soğuk Savaş dönemine özgü bu Leninist jargonun, bugünkü dünyada bir karşılığı yok. Ulus devletlerin abartarak tedavüle soktuğu devlet milliyetçiliği ile "ulusal kurtuluş" iddiasındaki seperatist milliyetçilikler birbirlerinin ikiz kardeşleri. Her ikisi de totaliter ideolojilerle ve otoriteryen kişiliklerle besleniyor. Birincisi demokrasiyi bir sapma hali olarak görüyor, devletin güvenliğinin topluma emanet edilemeyeceğine inanıyor. İkincisi peşinen her türlü çözümü "önderliğe" havale ederek demokrasiyi Kürt ulusalcılığının ziynet eşyasına dönüştürüyor.
Türk milliyetçiliğinin farklı türleri var. Bu farklı türler neredeyse dünya üzerinde tasnif edilen bütün milliyetçilikleri içeriyor. Türkiye'de ırkçılık Cumhuriyet'in ilk yıllarında bir elit saçmalığı olarak kaldı. Anadolu'nun ve Türk halklarının karmaşık etnik yapısı ırkçılığı imkânsız kılıyor. Bir Kıpçak Türk'ü ile bir Oğuz Türk'ünü yan yana getirdiğiniz zaman ortak ırk iddiasına kimseyi inandıramazsınız. Türk milliyetçiliğinin bütün etnisitelerde var olan "ortak soy" veya "kan bağı" iddiasını genetik olarak ispatlamak imkansız. Kürt ulusalcılığının ise otokton bir halk olarak ırkçılığa açık bir kapısı var. "Ezilen halk milliyetçiliği" tabiri bu ırkçılığı saklamak için yeterli değil. İnsanın doğumu ile kazandığı niteliklere siyasî değer atfetmek ve bu nitelikleri siyasî kimlik olarak tanımak ırkçılıktan başka bir şey değil. Açılım yelpazesinin iki ucunda karşılıklı olarak ırkçılık besleniyor. Bu ırkçılık türlerinin beslendiği siyasî değerler birbirinin tıpatıp aynısı: Ötekine düşmanlık, demokrasi karşıtlığı, şiddet eğilimleri ve totaliteryanizm gibi.
Açılımla birlikte yaygınlaşan "ulus devlet düşmanlığı"nı da bu yelpazede bir yere yerleştirmek lâzım. Bütün kötülüklerin sebebi olarak "ulus-devlet"i göstermek dünyada hakim olan uluslararası düzene karşı bir ütopya geliştirmeyi gerektiriyor. Halbuki sorun "ulus-devlet"te değil, "ulus-devlet"in dayandığı "ulus"ta. "Ulus-devlet"in, 72 milyonu gönüllü olarak içinde barındıran bir ulus tanımına ihtiyacı var.
Açılımın yelpazesini belirleyen diğer ıskalalar üzerinde ayrıca durmak gerekiyor.
ZAMAN