Ölümlerin yeniden yaşanması, her gün yenisi eklenen şehit cenazelerinin sunulma tarzı, Türkiye'de ölümlerin normalleştirilebileceğini gösteriyor. Buna alışmamız, ölümü normalleştirmemiz bekleniyor!
Açılım başladığından bu yana, medyada yer alan 'son bir ayda 45 ölü', 'son üç ayda şu kadar ölü' haberleri farkında olalım ya da olmayalım unuttuğumuz bir tehlikeyi akla getiriyor; acıdan uzaklaşmış istatistikleri.
Devlet Bakanı Egemen Bağış, PKK'nın son Şemdinli saldırısı sonrasında haklı ve insani bir duruş sergiledi; gelen ölüm haberlerine tepki olarak "Bugün 23 ailenin ocağına ateş düştü." diyerek, ölüme saygıyı, toplumsal değerlere olan hürmeti hatırlattı.
Çünkü ölünün hakkı vardır. Bunu bütün dinler vazeder. Ölümde ideoloji yoktur. Ölümün kimliği yoktur. Ölüm yaşandığında yapılması gereken, ölümün de bir hakkı olduğunu hatırlamaktır sadece.
Son beş günde, Van/Bahçesaray'dan Adıyaman/Nemrut'a, oradan Maraş'a büyük bir yolculuk yaptım. Dengir Mir Mehmet Fırat'la beraberdik. Bahçesaray'dan başlayarak karayoluyla geçtiğimiz pek çok yerde insanlarla konuştum. Öldürülen masum insanlar için nasıl acı çekildiğini gördüm. Ve sonra, İstanbul Halkalı'daki saldırıda hayatını kaybeden zavallı çocuğun, Buse'nin kız kardeşinin rüyasını dinledim; 'Ablam rüyamda bana dedi ki...' diye başlayan ve tamamlanmayan bir cümle kuruyordu. O rüya tamamlanmadı evet. Ama yarım kalan o sözlerden doğacak başka bir imkân var. Bu imkân hayatımızdan çekilmiş değil!
Bütün bu olanlara bakınca ölülerimizin başında durup bir karara varmamız gerekiyor; sorun artık etnik boyutundan çıkarılıp insani düzeyde tartışılmak zorunda. Çünkü ancak insani düzeyden bakıldığında birbirimize varmanın yolunu bulabiliriz. Yoksa paramparça bir algı ve onun getirdiği dağılma kaçınılmaz.
Diyarbakır'dan bir arkadaşımla konuşuyorum; 'Artık bütün milliyetçi referanslardan uzaklaşıyor ruhum.' diyor. Benzer kelimelerle olmasa da, bu yolculukta doğudaki pek çok insandan aynı şeyi duydum. Ölümlerin bir kimlik adına gerçekleşmesini artık kolay anlatamayacaklar.
Bu çağda demokratik haklarından söz ederken, demokratik olmayan yöntemler kullanmanın mazeretini bulamazlar. Demokratik hak mücadelesi demokratik yöntemleri gerektirir çünkü.
Bunda ısrar edenler, mücadelesinin haklılığına kimseyi ikna edemez. Hasbelkader ikna ettiklerini de giderek kaybeder! Çünkü artık herkes şunun farkında; masumlara yönelen şiddet bir hak arama yöntemi olamaz.
Bu kadar büyük acıların yaşandığı günlerde, Güneydoğu'yu bir uçtan bir uca geçmek bir şanstı. Konuştuğum hemen herkeste aynı acıyı, aynı acımayı görmek, ümitli olmak için bir sebep. Dengir Mir Fırat'a yol boyunca gösterilen teveccühü görmek ise hükümetin heba ettiği fırsatları düşündürdü bana. Kürt kökenli vekillerin konuşmalarına sınırlama koyan Başbakan, Dengir Bey'i Güneydoğu'da bir kez olsun gördü mü acaba? Görseydi, açılımın kaderini değiştirecek bir karar verebilirdi belki.
Açılıma başından bu yana, Dengir Fırat gibi, bölgede çok ciddi saygı duyulan, sevilen bir siyasetçi yön vermeliydi. Sadece AKP'ye oy veren değil, BDP tabanı tarafından bile sevilen biri çünkü. İçerden olan, toplumunun değerlerini sahiplenen bir siyasetçinin bölgeden gelen sempati de eklenince hangi yaralara merhem olacağını tahayyül etmek zor değil.
Açılım konusu bize şunu net olarak gösterdi; muhafazakârlar Türkiye'de devrimci denilebilecek bir değişim mantığını üretmekte zorlanıyorlar. Açılım muhafazakârların bu özelliklerini ilk defa bu kadar açık hale getirdi.
Dengir Bey'in Kürt meselesinde inisiyatif almasını Başbakan ister mi bilemem. Ama birilerinin Başbakan'a şunu hatırlatmasında fayda var; açılım sürecinde yapılan hataları, kötü yönetimi, basiretsiz siyasetçilerin elinde başa saran süreci hâlâ işletmek, ileri götürmek mümkün. Buse'nin rüyada söyleyemediklerini duyabiliriz hâlâ. Onun yarım kalan sözlerini hepimiz vicdanlarımızı siper ederek hissedebiliriz. Türk, Kürt hep beraber. Çünkü, bir kan uykusunda, rüyalarımızı tamamlamamıza engel olanlar tersini istiyor. b.matur@zaman.com.tr
ZAMAN