Siz değerli okurlarımdan ilginç sorular geliyor. Mesela Haluk Durdak şunu merak etmiş: "Osmanlı'da dış borçların ödenmesi için kurulan Düyun-u Umumiye var.
Acaba Topkapı Sarayı Hazine Dairesi'ndeki değerli mücevheratla o borçlar bitirilemez veya büyük bir kısmı kapatılamaz mıydı?" Bu soru, çoktandır ertelediğim Düyun-u Umumiye gevezeliklerine cevap verme niyetimi dalmış olduğu uykudan uyandırmış oldu.
Bir kere şunu belirteyim: Saray, hanedanın tapulu malı olmayıp bir tür lojmandır. İçlerindeki değerli veya değersiz eşya da hanedanın kullanımına tahsis edilmiş makam eşyalarıdır. Padişahların hazineye el sürmeye, almaya, satmaya, ticaretini yapmaya, rehin göstermeye vs. hakkı ve yetkisi yoktur. Sadece sıkışık olduğu zamanlarda altın kap kacak, seferleri finanse etmek üzere hazineye borç veriliyordu, o kadar.
Bugün saray veya müze depolarında bekleyip duran bu paha biçilmez hazineleri satıp da borçlarımızı bir an önce tasfiye edelim diyen var mıdır? Peki bizim söyleyemediğimizi, sorumluluk sahibi bir Osmanlı hükümdarı söyleyebilir miydi?
Şimdi gelelim Düyun-u Umumiye'nin iyi taraflarına.
İnsanlar genellikle kendi çağlarının kör noktalarının farkına varmaz. Tarihte hep kendimizi akıllı, atalarımızı ilkel aktörler gibi görüyoruz. Onların bizim kadar aklı yok zannedenlerimiz çoğunlukta. Bu yüzden geçmiş hakkında bol keseden hükümler verenler, sürüyle. Oysa onlar da en az bizim kadar, hatta bizden de daha akıllıydı.
1881 Aralık'ında Muharrem Kararnamesi ile kurulan ve ertesi yıl çalışmalarına başlayan Düyun-u Umumiye İdaresi, muhakkak ki, bazı egemenlik haklarımızı sınırlandırıyordu ve evet, bir tür 'devlet içinde devlet' idi. Burası doğru.
Ancak bilinmelidir ki, kimse Düyun-u Umumiye'yi iş olsun diye kurmuş değildir. Eğer Düyun-u Umumiye kurulmamış olsaydı, Fransız ve İngiliz savaş gemileri, paralarını zorla almak üzere topraklarımızı işgal edeceklerdi. Nitekim Midilli adasını Fransızlar iki bankere borcumuzu ödemediğimiz için işgal etmediler mi?
Sultan II. Abdülhamid bu işgal tehdidi yüzünden, içerisinde Osmanlı Devleti'nin temsilcilerinin de yer alacağı, ödenmesinde güçlük çekilen borçların tasfiyesini yine kendi kanunlarımız dairesinde çözmek üzere Düyun-u Umumiye'nin kurulmasına razı olmuştu. O günkü şartlar çerçevesinde bakarsak, bu formülün son derece akılcı bir çözüm olduğunu söylememiz gerekir.
Bir başka deyişle, Düyun-u Umumiye İdaresi'nin her türlü icraatı, mutlak olarak aleyhimize işlemiştir diye bir şey yok. Mesela bütçemizin tanzimini ve disipline edilmesini sağladığı, maliyemizin akılcılaşmasına olumlu katkıda bulunduğu nedense gözlerden kaçırılır. Hatta resmi kayıtlara bakıldığında modern bağcılığın, ipekçiliğin ve balıkçılığın gelişmesini de Düyun-u Umumiye İdaresi'ne borçlu olduğumuz anlaşılmaktadır. (Mesela Bursa'daki İpekçilik Enstitüsü bir Düyun-u Umumiye eseridir.) Ayrıca Osmanlı maliye bürokratları modern malî disiplini, Düyun-u Umumiye idaresi sayesinde öğrenmişlerdir. (Bir tür maliye stajı.)
Aşağıdaki satırları Türkiye Diyanet Vakfı'nın "Düyun-u Umumiye" maddesinden aktarıyorum (madde, Prof. Cevdet Küçük ve Tevfik Ertüzün imzasıyla çıkmıştır):
"Alacaklılar bu kararnâme ile alacaklarının ödenmesini garanti altına almış oluyorlardı. Osmanlı hükümeti de borçlardan % 54'e varan bir indirim elde etmişti. Ayrıca faiz hadleri % 9'lardan % 1'e kadar düşürülmüştü. En önemlisi, Bâbıâli bu kararnâme ile Avrupa devletlerinin muhtemel müdahalesini önleyebilmişti." Yani alacaklılara ödeme garantisi karşılığında borcumuzu yarıya indiriyorduk, bir; dahası, faizleri 9'dan 1'e düşürüyorduk iki. Böylece borç yükümüzün hafiflemesi yanında bundan sonraki ödeyeceğimiz miktarı da daha düşük faizle ödeyebilecektik. Anlayacağınız, 1881 şartlarında Düyun-u Umumiye tam bir cankurtaran simidi olmuştur.
Düyun-u Umumiye İdaresi'nin başka faydaları da vardı kuşkusuz. İktisat tarihçisi Şevket Pamuk'un dikkatimizi çektiği husus gerçekten şaşırtıcıdır. Prof. Pamuk'a göre, Düyun-u Umumiye İdaresi, kurulduktan sonra Osmanlıların dışarıdan aldıkları borç miktarı artmamış, tersine azalmıştır. Bu idare sayesinde birikmiş olan dış borçlar büyük ölçüde kapatılmış, buna rağmen yeni borç alma oranı, ödenen miktarın daima altında kalmıştır. Yani bir yandan borç ödemişiz ama bu para elimizden çıktığı halde ödediğimiz miktarın çok altında borçlanmayı başarmışız. Bu da Abdülhamid'in dış borçları sıfırlayıp üzerimizdeki baskıyı hafifletme stratejisinin önemli ölçüde amacına ulaştığını göstermektedir. Hatta birileri ısrarla saklasa da, dış ticaretimiz, Abdülhamid'in iktidarı jöntürklere teslim ettiği 1908 yılında % 4,3 oranında fazla bile vermiştir. (Dış borcun bizi emperyalizme bağımlı hale getirdiğini savunanlar onu sıfırlamak için gece gündüz çalışmış olan Abdülhamid'e neden düşmandırlar, anlamıyorum.)
Son olarak iktisat tarihçisi Çağlar Keyder, önemli bir noktaya parmak basarak, Osmanlı'nın son 50 yılıyla ilgili birçok kafa karışıklığının, 'ekonomi' ile maliye'yi ayırt edememekten kaynaklandığını tespit eder. Dolayısıyla Cumhuriyet döneminde 'Osmanlı iktisat tarihi', halkı dışlayan yaklaşımın sonucu olarak 'Osmanlı devlet maliyesinin tarihi' olarak algılanmıştır. Halbuki ekonomi, maliyeden ibaret değildir, halkın hikayesi de onun içinde yer almalıdır. Bazen devlet maliyesi iflas ederken, ekonomi pekala iyiye gidebilir ki, Düyun-u Umumiye'den sonraki Osmanlı ekonomisi bunun bir ispatıdır. II. Abdülhamid döneminde hiç de ekonomi iflas etmiş değildi, hatta onun döneminde milli gelir artışı ortalama % 1,5'larda seyretmiştir ki, bu, o devir için çok yüksek bir rakamdır.
Abdülhamid döneminin tozu yeni silkeleniyor, benden söylemesi.
ZAMAN