Hayır, benim hayatımda New York Times’in, Washington Post’un, Wall Street Journal’in, Financial Times’ın çok ciddi bir yeri yok. Fransızların Le Monde’u, Le Figaro’su veya İngilizlerinObserver’i, Telegraph’ı da çoğu zaman yer tutmaz bile.
Okunmaması, dikkate alınmaması, görmezden gelinmesi bağlamında söylemiyorum elbette. Ancak şundan kesinlikle eminim: Amerika, Fransa, İngiltere veya benzeri ülkelerde yayınlanan gazetelere, bu gazetelerde yer alan haber ve yorumlara bakarak istikamet belirlenemez, bağlayıcı tanım yapılamaz ve rota tayin edilemez.
Batı’ya, Batı’dan neşet eden söylem ve önerilere önem verme hususunda ulusalcı ve sosyalist kesimlerin öteden bu yana liberal kesimlerden geri kalır yanı olmadı. Lakin Batı’yı önemsemekten yüceltmeye hatta kıble edinmeye vardıran Türkiye’deki Batıcı ve Batıcılaşmacı iktidar sınıfları, aydın ve akademisyenler meseleyi sadece felsefi bir tercihte bırakmadılar. Üstelik tarih ve toplumu, siyasi ve iktisadi ilişkileri yeniden yapılandırıp Türkiye’nin diplomatik ve askeri ilişkilerinin istikametini, rotasını ilelebet Batı’ya göre hizalandırmaya çalışıyorlar.
Marie Harf Sussun, Liberaller Konuşuyor
Türkiye’nin siyasal gündemini ipotek altında tutmak üzere maalesef zevzeklik ve ahlaksızlık yarış halinde. Suriye meselesi üzerinden hem bir kırılmaya hem de maskelerin düşüşüne şahitlik ediyoruz. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Başbakan Davutoğlu’nun siyaset tarzının ne kadar tutarlı olup olmadığı test etmekten daha fazlasına tekabül eden bir çirkinlikle, oryantalist bakış açısı ve emperyalizm sözcülüğüyle karşı karşıyayız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun imaj ve algısını ABD Başkanı Obama tarafından ne yapması ve ne yapmaması talimatla bildirilen siyasetçi pozisyonuna düşürmek için hemen her yol deneniyor. Esed rejimi ve arkasındaki İran-Rusya bloğunu temize çıkarıp Suriye’deki bütün yıkım ve katliamlardan Türkiye Hükümetini sorumlu olmakla itham edenler şimdi aynı işi Kobani meselesi üzerinden sürdürmeye çalışıyor. PKK-PYD tarafından ilan edilen laik-ulusal-Batıcı Kanton Devlet müsameresinde Türkiye’ye, ABD ve Esed rejimi adına lejyonerlik rolü biçiliyor ya buradaki liberal-sosyalist kesimler de bunun için seferberlik ilan etmiş durumdalar.
Hemen her gün Amerikan yönetimine ya da ABD yönetimine yakın basın yayın organlarının haber-yorumlarına veya bir think-tank raporuna atıflar yapmak siyasal analiz diye pazarlanıyor. Bu sözüm ona tercüme-iktibas analizlerle Türkiye’nin ne kadar derin ve çaresiz bir pozisyonda olduğu, orta doğu bataklığına doğru ölümcül bir yol tuttuğu, Batılı ve laik-ulusalcı müttefiklerine sırt çevirmekle bütün nefret ve düşmanlıkları üzerine topladığı işleniyor.
Bu sebeple AK Parti Hükümeti’nin ABD ve AB’ye teslim olmayan, Esed rejimi ve müttefikleriyle uzlaşmayan politikaları İslamcılık, neo-Osmanlıcılık, imparatorluk hayali, İttihatçı çılgınlık gibi alaycı, itibarsızlaştırıcı ve tehditler içeren nitelemelerle tesmiye ediliyor.
ABD Dış İşleri Bakanlığı sözcü yardımcısı Marie Harf’in tam da bu dönemde her gün ekranlardan Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, Hükümet’e Kobani bağlamında insanlık, hukuk, bölgesel barış dersi vermeye soyunmasını üzerinde ciddiyetle durma gerekiyor. ABD’nin dünyaya nizamat verme tutkusu açısından bakıldığında çok da anlaşılmayacak bir şey yok. Ancak ABD’nin her zamanki küstahlık ve dayatmasına, tetikçi ve taşeron arayışına iştahla ortak olan Türkiye’deki liberal, sosyalist ve Türk-Kürt ulusalcılarına ne demeli?
Hem Müttefikler Hem de Düşmanlar Değişti
Marie Harf’in ABD yönetimi adına verdiği beyanlarla Türkiye’de hem Esed rejimine hem de PKK-PYD siyasetine yakın duran liberallerin, sosyalistlerin hem söylemde hem de hedefte o kadar çok ortak noktası var ki? Biraz olsun gelişmeleri takip edenler ister istemez şu tespiti yapabiliyor: “Marie Harf’in zırt pırt Erdoğan ve Davutoğlu karşıtı konuşmalar yapmasına gerek yok. Amberin Zaman, Aslı Aydıntaşbaş, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Kadri Gürsel gibiler ABD’nin beklentilerini fazlasıyla merkeze alan faaliyetleri organize ediyorlar zaten.”
Son süreçle birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun hem Türkiye’deki iktidar sınıfları hem de AB-ABD tarafından kontrol edilebilir, kullanılabilir olmaktan çıkması karşısında dengeyi hepten kaybedenlerin sesi daha çok ama daha da çirkin çıkmaya başladı. Mesela bunların başında gelen Cengiz Çandar, ABD açısından Türkiye’nin artık “katlanılması mecburi bir baş ağrısı” olarak görüldüğünü işliyor (26 Ekim, Radikal). Çandar ABD basınından yaptığı iktibaslarla “AK Parti Hükümeti Esed rejimiyle, PKK-PYD’yle değil sadece IŞİD’le savaşmalıdır. IŞİD’le savaşmayan Türkiye Obama yönetimini ve Kürtleri tatmin edemez. NATO’ya sıkıntı veren Türkiye’de barış hayaldir” diyerek açıkça siyaset ve toplumu tehdit ediyor.
Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş ise Erdoğan ve Davutoğlu’nun Suriye ve Irak’a ilişkin bütün tekliflerini daha baştan ‘fantezi’ olarak alay konusu yapıyor zaten. Gazetecilik maskesiyle Washington ve New York’ta bir türlü düzeltilemeyen Türkiye imajından, sorulacak zor sorulardan, yapılacak baskılardan haber vermeyi misyon edinmişler.
‘Tehlikeli Yalnızlık’ son dönem Türkiye için uygun görülen niteleme ya, Milliyet’ten Kadri Gürsel de buradan yola çıkıp şöyle bir denklem kuruyor: “IŞİD İlerlerken Türkiye Geriliyor”. Yok, eğer Hükümet kendisine verilen notanın mahiyetini anlayamamışsa bu sefer daha ajitatif denklemler kurgulanıyor mesela: “ABD, Kobani’de IŞİD’i Vurup Süreci Kurtarıyor”. PKK’nın bu kadar saldırganlaşmasının sebeplerini anlamaya çalışırken yazılıp çizilenleri, tercüme edilip iktibas edilenleri gözden uzak tutmayalım. Çünkü “Dua Edin de Kobani Düşmesin” (Kadri Gürsel, 28 Eylül, Milliyet)tehditleri PKK medyası kadar merkez medyada, PKK-HDP liderleri kadar liberal gazetecilerin literatüründe de çok kolay ve yaygın bir biçimde yer tutuyor.
Kars Kağızman’da hidroelektrik santral basmaya gitmek de Hakkari Yüksekova’da alış veriş yapan silahsız-sivil 3 askeri çarşının ortasında kafalarından vurup katletmek de her şeyden önce ABD ve AB tarafından Türkiye’nin aleyhinde inşa edilmek istenen “Tehlikeli Yalnızlık” algısını pekiştirmeye hizmet ediyor. Suriye’de yaşanan gelişmeler bir taraftan Esed/Baas rejiminin diğer taraftan PKK-PYD’nin hem ABD ve İran’ın hem de AB ve Rusya’nın stratejik müttefiki olduklarını tescillemiş oldu.
Son olarak şunu ilave etmekte fayda var: Nuray Mert’in “Dağ bizim, maral bizim’ madem başta ABD olmak üzere koalisyonu Kobani’ye yardıma niye çağırdık?” sorusu bu vasatta asla bir özeleştiri değildir. Amerikan solcuları her dönem yaptıkları gibi “hep birlikte işlediğimiz haltları ifşa ederim ha!” tehdit ve pişkinliğiyle arzı endam ediyorlar.