ABD-İran Ortadoğu Projesi ve Dengelerin Geleceği

BAHADIR KURBANOĞLU

Lozan’da ABD-Batı ile İran arasındaki müzakereler detaylı bir siyasi çerçeveye oturtuldu. Henüz imzalar atılmadı ve haziran ayı bu işin takvimi olarak belirlendi ama Nükleer konusundaki detaylarda anlaşıldı.

Daha önce totalde 20.000 olan santrfüj sayıları 6.000 ile sınırlandırılırken, yüzde 3.6’nın altında bir nükleer zenginleştirme kabul edildi. (ki İran zaten müzakereler boyunca yüzde 3.5’e razıydı.) İran platinyum reaktöründeki çalışmayı da durdurmakla birlikte, tesislere geniş denetim hakkını da kabul etti.

İşin diğer ve daha önemli vechesi yaptırımlar konusu. İnsan hakları, balistik ve nükleer başlıklı füzeler ve teröre destek konuları dışındaki yaptırımların kalkacağı üzerinde -zamanlaması hariç- anlaşıldı. İran antlaşmada bunların hemen tatbikinin yer aldığını bildirirken, Obama, altı aylık bir prosesten ve taahhütlere uyulmadığı takdirde yaptırımların geri gelebileceğinden bahsetti.

Kim Ne Kazandı? Ufukta Ne Görünüyor?

Öncelikle belirtmekte fayda var ki, tüm iç tartışmalara rağmen bu görüşmeler ABD açısından hükümetler-üstü bir politikayı içermekteydi. Her ne kadar başta İsrail, ABD senatosundaki kendisine yakın Obama muhaliflerini de harekete geçirerek bu süreci ABD iç politikasına ilişkin bir malzeme haline getirdiyse de ne bu girişimlerinde, ne de “İsrail’in varolma hakkı”nın tanınmasının masaya getirilmesinde başarılı olamadı. ABD Dışişleri’nden konunun sadece “nükleer müzakereler ve yaptırımlar” ile sınırlı olduğunun altı kalınca çizildi.

Öte yandan tarihsel olarak ABD Başkanı Eisenhower döneminde “Barış İçin Atom Projesi” kapsamında İran’ın nükleer programını kuran ülkenin de ABD olduğunun altını çizmek gerekli. Bu açıdan başlangıçta kurulan hedeflere geri dönüş sürecine girildiği, 1979 İran İslam devrimi öncesi siyasi ortaklıklara doğru dengelerin değiştiği ve sürecin, hedeflerini Asya-Pasifik’e doğru kaydırmak isteyen ABD’nin Ortadoğu politikaları ile doğru orantılı olarak işlediği yazılıp çizilenler arasında.

ABD’nin Obama ile birlikte, Ortadoğu’dan Asya Pasifik’e yönelim stratejisinde arkasında nasıl bir Ortadoğu bırakacağı, nasıl bir tablo arzu ettiği ise Irak işgalinden bu yana İran ile sürdürülen ilişkilerin de belirleyeni oldu. ABD Ortadoğu’da -amiyane tabirle- kendi girdiği kavgaları devralacak, bu maliyetleri üstlenecek ve kontrollü kaosu sürdürecek bir proksi güç olarak İran’ın kendisini ispatladığını test etti. İran, ABD’nin yol açtığı zeminde -hem yumuşak güç/soft power güç hem de sert güç/hard power politikalarına dayalı olarak- kendi yayılmacı siyasetine fırsatlar devşirirken, hem küresel cihadcı “ortak düşmanlar”a karşı kararlılığını ve kullanılırlığını ispat etmiş oldu, hem de Suud ile karşıtlık zemininde oluşturduğu hinterland kavgası ABD’nin arzu ettiği “it dalaşı” zeminini besledi.

ABD’nin bu politikası her ne kadar Irak ve Suriye’de İran ile birlikte hareket etmesini beraberinde getirse de, Yemen’de hem İran’ın bu maliyetli süreci kaldıramayacağını görmesi, hem de İran’ın haddini aşmasının dengeleri zorlayıcı biçimde Suud ve KİK üzerinde olumsuz etki yaptığını düşünmesi Yemen’de Suud ve koalisyonla birlikte hareket etmesini beraberinde getirdi. Bu tam da ABD’nin istediği şeydi. İran ve Suud’un başını çektiği “karşı koalisyon”un dengeli bir şekilde kendi aralarında kaotik bir sürecin devam ettirmeleri ABD’nin tam da arzuladığı ve uzun vadeli olarak Ortadoğu’nun resmi olarak görmek istediği şeydi. (ABD’li mahfillerde Yemen için bugünlerde Libya benzetmesi yapılmasını sadece muhtemel gelişmelere ilişkin bir analiz değil, bir temenni olarak da okumak gerekli. Yemen’in Libya olması demek hem İran-Suud kavgasının devam etmesi, hem Suud’un Güney sorunuyla boğuşup maliyetlerinin artması ve hem de Suriye-Irak cephelerindeki muhtemel etkinin sınırlandırılması demek.)   

İran açısından konuya yaklaştığımızda ise sadece kendi hinterlandında değil, K.Afrika’dan Körfez’e, Kafkaslar’dan Asya’ya sevilmeyen, ajandaları olan, sadece Sünni örgüt ve kurumsal yapıların değil, tüm Sünni halkların nefretini kazanmış (hatta Arap Şiiler tarafından da Şiiliği kullanıp Fars siyaseti güderek kendilerini kullanmakla eleştirilen) ve ve yalnızlaşan bir İran tablosunun siyasi olarak; üretimin yokluğu, döviz rezervlerinin erimesi, petrol üretiminin düşmesi, enflasyonun artışı, düşen petrol fiyatlarıyla birlikte sıkışan ekonomi ve yıllardır sahada beslediği güçlerin (Kudüs Ordusu ve uzantısı milis güçler, Husiler, Lübnan Hizbullahı…) ve Suriye-Irak’taki yıllara dayalı maliyetli süreçlerin getirdiği bedeller anlamında ekonomik; yani hem siyasi hem de ekonomik açıdan sıkışmış bir İran tablosu ortaya çıkmakta idi.

Üstelik bugünlerde Yemen siyasetinden ötürü bölge ülkelerinin kendisine yönelik kararlı tutumlarının bir ters dalgaya dönüşme ihtimalinin bile Şam’da ortak cephe, Suriye’nin güneyinde ilerleme ve İdlip gibi bazı şehir ve bölgelerin ele geçirilmesi olarak yansımasının yarattığı sinerjiyle, Irak’ta da Arap aşiretlerinin desteklenmesine evrilebileceği beklentileri İran açısından bu sıkışmışlığın muhtemel gelecekteki resmini ortaya koymaktadır.

Dolayısıyla İran için yaptırımların kalkması demek öncelikle ekonomik açıdan tam anlamıyla bir can simidi anlamına gelmekte. Ülkeye sıcak para girişi, yabancı yatırımların artması…gibi çağdaş dünyanın tüm nimetlerinden yararlanacak olması bir yana; aynı zamanda 1979 İran İslam devrimi ve Camp David sürecinden bu yana karşıtlık zemininde gelişen ve İran’ın tehdit algısı içerisinde hareket etmesini beraberinde getiren ABD-Batı ile karşıtlık zemininin onarılması, hatta Şah dönemini aratmayacak (yani bölgede Batı’nın çıkarlarını da temsil eden bir yapı) stratejik ortaklıkları beraberinde getirebileceği tahminlerini geliştirmek de bugünlerde tahlil-i adiyeden oldu. ABD-İran arasındaki bu flörtün ve hatta ilerleyen ilişkilerin elbette bölgede ve dünyada ülkeler arası dengeleri, askeri, ekonomik ve stratejik antlaşmaları etkileyebilecek boyutları da var.

Nasıl ki Şubat 79’daki İran İslam devriminin ardından Mart 79’da Camp David’de Mısır, Rusya ekseninden ABD-İsrail eksenine geçmiş, bu hamleye karşı Aralık 79’da Rusya Afganistan’ı işgal etmiş, Eylül 80’de Türkiye’de bir NATO darbesi olmuşsa; yani İran İslam devrimi ABD-Rusya arası hamleler zincirini harekete geçirmişse; aslında günümüzdeki Ukrayna krizi de, Sisi Mısır’ının Rusya ile son dönemlerde ciddi stratejik ittifaklara imza atması da, Rusya’nın İran ile askeri ve jeostratejik alanda ittifakları geliştirmesi karşılığında ABD’nin İran ile karşı hamleler ortaya koymasının içiçe geçişiyle, Gezi, 17-25 Aralık ve seçim sathı mailinde başlayan ve gelişmesi beklenen hadiselerin bağımlılık ilişkisi de bir o kadar açık. İşin gerçeği nükleer müzakerelerinin geldiği aşama, dengeler konusunda yakın gelecekte KİK üzerinden “Sünni İttifak” denen yapıyı da kavileştireceği ve etkin hale getirebileceği gibi Rusya-Türkiye, Rusya-İsrail, Suud-İsrail arasındaki ittifak zeminlerini de hareketlendirebilir. Nitekim bu süreç aynı zamanda karşılıklı güç mücadelelerinin sahadaki örgütlerin güç ve perspektiflerini de etkileyecek ve onların rolüne devletlerin de ekleneceği (İran’ın bu konudaki katkıları zaten ortada) bir forma da bürünebilir. Suud ve partnerlerinin Yemen’e fiili müdahalesiyle (ve yakın gelecekteki muhtemel kara operasyonu da hesaba katılırsa) geleneksel finansör rolünden sahaya inmek zorunda kalışları gibi. Ya da tarihe referansta bulunursak dün (kırk yıldan fazla bir zaman önce) Mısır’a karşı Yemen’i Husilerle birlikte koruyan Suud’un yıllar sonra sahada Körfez ve Mısır’ın da dahil olduğu bir hattı sahada etkili olmak için oluşturmak zorunda kalması gerçekliğinde olduğu gibi.

Taşlar yerinden oynarken, özellikle bölgesel dengelerin hızlı akışına şahit olmamız yakın gibi gözükmekte. Ancak yakın ve orta vadede değişmeyecek gibi görünen gerçek, Ortadoğu’nun müslüman halklarının adeta kaderi haline getirilmek istenen mezhep savaşları ve zulüm cenderesi!

ABD-Batı sayesinde zaaflarını onaracak ve güçlenecek bir İran’a müslüman halkların sevinememesi ve hatta daha güçlü bir bela olarak sahadaki konumunu güçlendirip ABD-Batı’nın da proksi gücü gibi hareket etmesinin daha büyük fitneleri de körükleyecek olması; bunun karşısında oluşacak yeni ittifakların tüm gücünü bu gelişmelerin engellenmesine teksif edecek olması, birilerinin korkularını ve umutsuzklarını artırsa da, “büyük resmin içinde” ya da “sahada” fark etmez hepimizin bir imtihanın parçaları olduğumuz gerçeğini ortadan kaldırmamakta bütün bu gelişmeler.

Tüm Hesapların Üstünde Bir Hesap Vardır

Kimbilir belki de Ortadoğu’ya “Vahdet” tüm bu karşılaşmaların kaçınılmaz sonuçlarından sonra gelecek. Öyle ya, İran sokaklarının bir bölümü artık mazlum halklar için değil ABD-Batı-İran yakınlaşmasının getireceği “özgürlük” ortamları vaadine sevinirken, kimimiz de İdlip, Hama, Humus, Şam, Bağdat’ın mazlum halklarının “özgürlüğü” için çırpınıyoruz. Kimimiz Türkiye’yi merkeze koyup Suriye ve Irak sahasındaki akörleri İran-Türkiye çatışma hattının “vekalet savaşçıları” gibi görüp, uluslar arası çıkarlar gereği her an harcanabilecek piyonlar hükmünde varsayarken, kimimiz de onları mazlum ümmetin bir parçası; Rablerine “bir veli, bir kurtarıcı yok mu!” diye niyazda bulunan analarımız, bacılarımız, kardeşlerimiz ve onların velileri olarak görüyor. Allah’tan “İran ve Suud anlaşırsa ne olacak bu hükümetin hali?” diye bedduaya duranlarımızın sayısı ve gücü bir hayli azaldı da, düşen maskeler sayesinde vicdanları kanatacak olanların etkisi bir parça geriledi. Halihazırdaki dengeler de bunların iştahlarını kursaklarında bıraktı. (Nasıl bir hüsrandır ki, adamlar “acaba İran-Suud yakınlaşmasından Ortadoğu halklarının maslahatına hayırlı gelişmeler sadır olur mu?” diye duaya durmuyor da; zaten olasılık yüzdesi sıfıra yakın olan böylesi bir senaryoya sığınarak “ihtimal dahilinde bu sefer bu hükümet yerle yeksan olabilir mi?” diye iç geçiriyor!) Bunların “terörist” dedikleri sahada, halklarımız adına kazanımlar elde etmeye başladı. İnşallah gelişmelerin Irak’a, Irak halkına, Irak’taki aşiretlere de yansımaları olur da; büyük resimlere odaklanıp onların hesaplarını kadiri mutlak olarak addedenlerin sükutu hayalleri daha bir derinleşir. Tıpkı Suriyeli muhaliflerin dört yıldır bütün o hesapları altüst etme, küresel ve bölgesel güçlerin maskelerini düşürme, bölgesel zalimlere korku salıp hiçbirinin hem “zulüm ve merk tahtı”na oturup hem güvenlikte olamayacağını ispat etme ve halkların özgürlük ve adalet yolundaki çabalarından artık asla geri dönüş olamayacağını, herkesin hesabını buna göre yapması gerektiği mesajını deklare etme yönünde yol alıp hiçbir engel tanımadıklarını defalarca ortaya koymaları örneğinde olduğu gibi. Gün gelir devran döner. Tüm hesapların üstünde “öngörülmesi imkansız” bir hesap vardır.