Filistinli Yazar MUHSİN SALİH Ramallah'taki Mahmud Abbas liderliğinde Filistin Yönetiminin durumunu ve içine düştüğü paradoksları analiz ediyor:
Filistin Yönetimi'nin Yirminci Yılı: Yeniden Düşünme Vakti
Muhsin SALİH
Filistin Ulusal Yönetimi, Oslo Anlaşması'nın ertesi yılında Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nin belli parçaları üzerinde doğdu. Yaser Arafat, 1994 Temmuz'unun başında Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) başını çeken Fetih Hareketi'nin desteğini alarak Gazze’ye girdi.
Oslo Anlaşması'na 10 Filistinli grup kapsamlı muhalefet gösterdi, onlara başkaları da katıldı. Filistinli liderler buna rağmen oluşturulan yönetimin, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde tam bağımsız egemen bir Filistin devletine dönüşeceği umudunu taşıyordu.
Ancak yıllar geçtikçe evdeki hesabın çarşıya uymadığı anlaşıldı. Yirmi yıl sonra karşımızda Filistin devleti hayalini gerçekleştirmekten çok, işgale hizmet etmede işlevsel rol oynayan deforme olmuş bir Filistin oluşumu görüyoruz.
Filistinli düşünür Edward Said, 21 Ağustos 1995’te El Hayat gazetesine Arafat’ın "halkını çıkışı olmayan bir tuzağa bağladığını" ve kendisini İsrailliler ile Amerikalıların arasına attığını yazarken abartmıyordu. Arafat’ın kendisi de birkaç yıl sonra barışçıl çözüm sürecinin saçmalığını anladı ve Aksa intifadasını destekledi. Oslo Anlaşması için çizilen yola ve kazanımlarına karşı ayaklandığı için Arafat'ın akıbeti de abluka ve zehirlenerek öldürülmek oldu. Şimdi ders ve ibret almamız, Filistin Yönetimi süreci ve geleceği hakkında yeniden düşünmemiz için bu yirmi yıl yeterli değil mi?
Filistin Yönetimi'nin paradoksları
Temel ve birinci paradoks Filistin Yönetimi'nin üzerine inşa edildiği özde saklı. Zira bu yönetim, İsrail açısından hiçbir bağlayıcılık taşımayan bir anlaşmayla kuruldu. İsrail’i Filistin bakış açısına uygun, hatta ‘uluslararası meşruiyet’ doğrultusunda bir Filistin devletinin kurulması noktasında sorumlu kılacak hiçbir madde bulunmuyor. Anlaşma, Filistin halkının kendi geleceğini belirleme hakkını da içermiyor. İsrail’i Doğu Kudüs dâhil Batı Şeria ve Gazze’den tamamen çekilmekle, Filistinli mültecilerin dönüş hakkıyla ve yerleşimlerin dağıtılmasıyla sorumlu kılan hiçbir şey yok.
FKÖ ise kendisini tüm silahlı mücadele yöntemlerini durdurmakla yükümlü tuttu. Filistin'in haklarını elde etme çabası içinde sadece barışçıl araçlara bağlı kaldı. Anlaşma ayrıca, İsrail’i BM kararlarını veya İsraillilerin Filistinlilerle ittifak ettikleri hususları uygulamaya mecbur bırakacak uluslararası referanstan yoksundu. Yani Filistin tarafı, kendisini pratik olarak İsrailli düşmanının iyi niyetlerine mahkûm bir vaziyette buldu. Bu da barışçıl çözüm sürecini sonsuz hâle getirdi ve işgali kaldırmaktan çok, daha da derinleştirdi.
Bu durum ikinci paradoksu oluşturdu. Filistin Yönetimi, pratik olarak işgale, Yahudileştirme programını sürdürme ve sahada bir emrivakide bulunma imkânı verdi. Barış sürecine bağlılığı sebebiyle bu gelişmelerin önüne geçemedi veya direnemedi.
Böylelikle Filistin Yönetimi kendisini işgale hizmet eden ‘işlevsel’ bir rol oynar hâlde bulurken devlet ve kurtuluş projesi erozyona uğradı. İşgal, ‘temiz bir sömürüye’ veya İsrailli yazar Meron Benevsta ve İsrail Askerî İstihbarat Başkanı Shlomo Gazit’in tabiriyle ‘lüks bir sömürüye’ dönüştü.
Bu sıra dışı durum İsrail tarafına Batı Şeria’da devasa Yahudileştirme ve yerleşim birimi inşaatlarını etkinleştirme ve genişletme imkânı tanıdı. 1993’te 250 bin olan Yahudi nüfusu şu an yaklaşık 700 bine çıktı ve İsrail, şu ana kadar idari ve güvenlik olarak Batı Şeria topraklarının yüzde 60’ını kontrol altına aldı. Batı Şeria’nın yaklaşık yüzde 12’sini topraklarına katan tecrit edici ırkçı duvarı inşa etti. İsrail tarafı ayrıca sınırlar ve sınır kapılarındaki kontrolünü karadan, denizden ve havadan sürdürdü.
Geçen 20 yıl boyunca Kudüs etkin ve programlı bir Yahudileştirme komplosuna maruz kaldı. Arap-İslam kimliğinin silinmesi ve sahte, ırkçı Siyonist Yahudi bir kimlik verilmesi için aktif bir çalışma yürütüldü. Aynı dönem, Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırıların artmasına, zaman ve mekân açısından bölünmesi girişimlerine, altında onlarca tünel inşa edilmesine ve Müslümanların Aksa’ya girmekten mahrum bırakılmasına sahne oldu.
Üçüncü paradoks ise Oslo Anlaşması ve Filistin Yönetimi sürecinin ortak ulusal çalışma imkânlarını düğümledi, Filistin kutuplaşmasını ve bölünmüşlüğünü derinleştirdi. Bu paradoksun en önemli göstergesi ise Filistinli grupların çoğunun hâlâ Oslo Anlaşmalarına ve getirdiği yükümlülüklere karşı olmasıydı. Bu grupların büyük bölümünün barışçıl çözüm sürecine ciddi itirazları var, bazıları sürece temelden karşı. Bununla birlikte Fetih Hareketi hâlâ FKÖ liderliğinin ve Filistin Yönetimi'nin bu süreci sürdürmesinde kararlı.
Ayrıca bu paradoks silahlı direniş sürecinin Filistin Yönetimi süreciyle ve bir Filistin devletine dönüşme ihtimalleriyle çelişmesinde kendini gösterdi. Filistin Yönetimi ve FKÖ liderliğinin devlet hayalinin gerçekleşmesi için direnişi bastırması ve devre dışı bırakması kaçınılmaz hâle geldi. Dolayısıyla işgale karşı silahlı direniş hakkı, Filistin Yönetimi'nin yasalarına ve yükümlülüklerine aykırı olduğu için bir ‘suç’ eylemine dönüştü.
Direniş güçleri ise Filistin haklarından ödün verme serisini durdurmak ve Filistin ulusal eyleminin seviyesini yükseltmek için (ayrıca İsrail tarafı sadece gücün dilinden anladığı için) silahlı mücadelenin sürmesi gerektiği düşüncesindeydi. Diğer yandan Filistin Yönetimi süreci, dışarıdaki Filistinlilerin rolünü marjinalize etti; Filistin Yönetimi ve FKÖ liderliğinin endişesini Batı Şeria ve Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerle (Filistin halkının yüzde 38’ini oluşturuyorlar) sınırladı. Bu da demografik ve jeopolitik açıdan ulusal eylemde korkunç bir dengesizlik yarattı.
FKÖ zayıflatıldı
Dördüncü paradoks da öncekilerle irtibatlı olarak Filistin Yönetimi'nin baskın kılınması ve FKÖ’nün zayıflatılmasıyla ilgili. Hatta öyle ki FKÖ, Filistin Yönetimi içindeki halkalardan biriymiş gibi oldu. Oysa Filistin Yönetimi'nin, FKÖ’nün denetimi altında ve FKÖ'nün kurtuluş projesi içinde kullandığı araçlarından biri olarak öngörülmekteydi.
FKÖ’nün dışarıdaki etkinliği neredeyse sıfırlandı, birimleri ve kurumları çöktü veya işlemez hâle geldi, bütçesi erozyona uğratıldı ve Filistin Yönetimi'nin bütçesine oranla basit bir rakama indi. Filistin Yönetimi'nin bakanlıkları, kurumları, güvenlik organları ve maaşla geçimlerini sürdüren 175 bin civarında memur kadrosu oldu. Ayrıca resmi olarak uluslararası çevrelerce muhatap alındı. FKÖ’nün rolünün zayıflatılması, bu örgütün büyük Filistinli grupları ve Filistin halkının geniş kesimlerini kuşatmakta başarısız olmasıyla birlikte Filistinliler, kendilerini bir araya getirecek bir şemsiyeden yoksun kaldılar.
Beşinci paradoks ise Oslo Anlaşmalarının kriterlerine ve çözüm sürecine boyun eğen Filistin Yönetimi'nin siyasi yapısıyla ilgilidir. Filistin Yönetimi'nin ‘demokratik’ oluşumu, işgalin çıtasına ve FKÖ’nün önceki taahhütlerine boyun eğiyor. Bu da kendisini parlamento ve başkanlık seçimleriyle demokratik bir yüz taşıyan bir sistem hâline getiriyor. Ancak bu sistem, çözüm anlaşmalarına karşı çıkan birilerinin seçimleri kazanmasına tahammül gösteremiyor. Bu birileri, tıpkı 2006 yılında Hamas'ın yaşadığı gibi halk çoğunluğunu elde etse bile başarısızlığa uğratılmaya, işlemez kılınmaya, boykot, abluka, sınırların kapatılması, yardımların ve para transferinin engellenmesine maruz kalacaktır. Bir başka ifadeyle bu siyasi sistem, Filistinlilerin sadece bir parçasını, yani Oslo ve kazanımlarına onay verenleri içine almaktadır.
Ayrıca özgürlükler ve insan hakları manzumesi de bir şekilde işgalin ve imzalanan anlaşmaların çerçevesiyle sınırlıdır. Direniş hareketlerine ait cemiyetler ve kurumlar kapatılıyor ve müsadere ediliyor. Direniş hareketlerini destekleyen bireyler işe alınmıyor, kazançlarının peşine düşülüyor ve bu kimseler Filistin Yönetimi organları tarafından güvenlik kovuşturmalarına maruz kalıyorlar.
Altıncı paradoks ekonomiyle ilgili. Paris protokolü dâhil ekonomik anlaşmalar ve düzenlemeler, işgalin Filistin Yönetimi üzerindeki hegemonyasını güçlendirdi, ulusal yönetimi İsrail tarafının rehini haline getirdi. Gerçekçi ekonomik bir anlaşma oluşturulmadı, vergi bağlamındaki mali düzenlemeler Batı Şeria ve Gazze’deki Filistin ekonomisini İsrail ekonomisinin tekerine bağladı. Böylece bu anlaşmalar Filistin ekonomisinin bağımsızlığı ve başlangıcı için bir çıkış kapısı oluşturmadı; bağımsız Filistin devletinin kurulması için destek alınabilecek gerçekçi kurallar sağlamadı.
Hızlı bir hesap envanteriyle karşımıza çıkan tablo şu: Kurulduğundan yaklaşık 20 yıl sonra Filistin Yönetimi'nin ihracatının yüzde 87’den fazlası hâlâ İsrail işgal oluşumuna gidiyor ve ithalatının yüzde 72’si ise İsrail tarafından geliyor. İsrail'in Gayrisafi Yurtiçi Hasılası, Filistin Yönetimi'nin rakamlarının 22 katı. Ayrıca İsrail’in kişi başı yıllık geliri, Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlinin yıllık gelirinin yaklaşık 12 katı.
Filistin Yönetimi ayrıca ekonomisini ‘siyasi paraya’ (rüşvet) ve dış bağışlara dayandırma paradoksuyla da mücadele ediyor. Bu bağışların çoğu, yardımlarını şartlara bağlayan ve barışçıl çözüm programları süreçleriyle irtibatlı kılan Batılı ülkelerden geliyor. Filistin Yönetimi büyük ölçüde kalkınmacı üretim ekonomisi veya ‘direniş’ ekonomisi değil de tüketim ekonomisi inşa etti. Ayrıca istihdam ve harcamaların yapısında yapısal dengesizlikler içine girdi. Bu da söz gelimi güvenlik kurumlarında 65 bin kişiye varan büyük bir istihdam oluşturmasına (bu rakam 2011 yılındaki toplam memur sayısının yüzde 37’sini oluşturuyor) ve toplam bütçenin yüzde 31’ini güvenliğe harcamasına yol açtı. Güvenlik birimleri çalışanlarının maaş tutarı ise toplam maaş ödemeleri içinde yüzde 42'ye ulaştı.
İşgalin şartlarına bağlı menfaatçiler
Bu umutsuz tablo bir menfaatçiler sınıfı oluşturdu; hayatlarını idame ettirmeleri işgal ortamına, işgalin şartları, çerçevesi ve kriterlerine bağlı olan kimseler ortaya çıktı. Bu durum, işgalciyi çekilmeye zorlayacak bir mücadele içindeki her ulusal hareketliliği çıkmaza soktu veya bu hareketliliğin varlığını sürdürmesini oldukça maliyetli kıldı. Yani bu kimselerin bekası ‘istikrar ve sükûnete’ bağlı hâle geldi. Bu ‘istikrar ve sükûnet’ ise işgalcinin çıkmak değil, kalmak için ihtiyaç duyduğu bir ortamdı.
Filistin Yönetimi organları ve kurumlarında yayılan mali ve idari yolsuzluk ise Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin yaşadığı yedinci paradokstur. Bu yolsuzluğun en önemli göstergeleri ise atamalarda liyakattan önce sadakatin gözetilmesi, grup, parti, aile ve aşiret kimliklerine dayalı istihdam, gizli işsizlik, çeşitli israf şekilleri ve hırsızlıklardı.
Bu tür yolsuzluklar insanların parayla satın alınmasına, Filistin Yönetimi'nin bedeninde sarkmalara, hizmetlerin kötüleşmesine, insanların ihtiyaçlarının sömürülmesine ve gasp edilmesine, altyapı ve kalkınma projelerinin işlemez kılınmasına yol açtı. Ayrıca 'dünün direnişçilerini', devrimci ahlâklarını, işgalle mücadele ve bu dava için kurban verme güçlerini ifsat eden bir çevrenin oluşturulmasına neden oldu.
Görünen o ki bizler Filistin Yönetimi'nin kurulmasından yirmi yıl sonra bu yönetimin deneyimi ve performansını gözden geçirmek için ciddi ve kararlı bir okumayla karşı karşıyayız. Bu gözden geçirmenin araştırmacı bilimsel bir bakış açısı doğrultusunda yapılması gerekmektedir. Eleştirel bakış açısı, Filistin ulusal projesinin önceliklerini, işgalden kurtulma yolunu, Filistin Yönetimi'nin işgale hizmet etme rolünü sonlandırma şeklini, Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlık arzularını ifade eden bir yönetime dönüştürme çabasını gündemine alacaktır.
Filistin Yönetimi'ne düşen FKÖ kurumlarına egemen olmak değil, bu kurumların bir parçası olmaktır. Ayrıca FKÖ de Filistin halkının içeride ve dışarıdaki farklı kesimleri ve güçlerini temsil edecek şekilde kendini yeniden yapılandırmalıdır. Filistin Yönetimi, direnişle, yolu üzerindeki bir engel veya takoz olarak değil, ulusal eylemin kaldıracı olarak ilişki kurmalı, bütün Filistinli güçlere etkin gerçekçi bir katılımı garanti etmelidir. Filistin uzlaşı kriteri ve Filistin ailesinin güçlendirilmesi, İsrail, Amerikan ve Batı hoşnutluğunu almaktan daha önemli olmalıdır.
Özetle, çabaları ve meyvesi Filistin halkını ve direnişini güçlendirmeyen ve işgali sonlandırmayan bir yönetim, hayatta kalmayı da hak etmiyor.
*- Muhsin Salih, Filistinli yazar ve akademisyen. Doktorasını modern tarih alanında yaptı. Malezya'daki Uluslararası İslam Üniversitesi'nde modern tarih dersleri verdi. Filistin siyaseti, İslami hareketler, Filistin direnişi ve tarihiyle hakkındaki makale ve kitap çalışmalarıyla tanınıyor.
Kaynak: Al Jazeera