Bazı eylemler, eylemin meşruiyetini ispatlamaya ihtiyaç bırakmayacak şekilde bir meşruiyet zeminine oturur, o eylemin meşruiyetini sorgulamak abesle iştigal etmek anlamına gelir. Örneğin haksız bir biçimde bir kimseyi hürriyetinden alı koyup bir yere hapsettiyseniz üstelik istediğiniz zaman bu kişiye kötü muamelede bulunup her türlü şiddeti uyguluyorsanız bu kişinin size imkânlarının el verdiğince karşılık vermeye çalışmasını kınamanız – ya da bu durumun üçüncü taraflarca kınanması- sadece komik kaçar. Mesela fırsatını bulduğunda size saldırırsa bu, eylemi nasıl gerçekleştiğinden bağımsız olarak meşrudur. Ya da birisinin yaşam alanını elinden alıp onu ileride tamamen varlığını ortadan kaldırmak üzere bir yere sıkıştırmışsanız o kimsenin sıkıştırıldığı yerden kurtulup varlığını korumak ve asli yaşam alanına yeniden kavuşmak için hamle yapması bunu nasıl gerçekleştirdiğine bakılmaksızın meşruiyet taşır. Bu durumlar meşru müdafaa kapsamına girer.
Basitçe nefsi müdafaa meşrudur demek yerine konuya neden böyle örnekler vererek girme ihtiyacı hissettik? Çünkü bazıları için sistematik bir zulme de uğrasa mazlumun karşı saldırısı nefsi müdafaa kapsamına girmiyor. Bir eylemin nefsi müdafaa olarak değerlendirilebilmesi için bu kimselere göre adeta saldırıya uğramayı beklemek, mevcut hali kabullenip ancak kendisine yeni bir hamle yöneldiğinde onu savuşturmayla sınırlı bir eylemde bulunmak gerekiyor. Yani sürekli bir zulme de maruz kalsanız eyleminiz karşı tarafın varlığına yönelemez sadece onun size karşı gerçekleştirdiği bir saldırının cevaplanması şeklinde olabilir, her ne kadar o sizin varlığınıza kast etmekten hiçbir şekilde vazgeçmiyorsa da…
Hamas’ın “Aksa Tufanı” operasyonu yazının başında açıklamaya çalıştığımız böyle bir “a priori meşruiyet” zemininde gerçekleşen bir eylem. Bu bakımdan eylemin hedefindeki Siyonist rejim ve onun destekçileri dışında kimsenin eylemin meşruiyetini sorgulamaması gerekirdi ama öyle olmadı. Kimi Müslümanlar da dâhil olmak üzere normalde İsrail karşıtı olarak niteleyebileceğimiz kimselerden de bu eylemin meşruiyetini tartışmaya açanlar çıktı. Aslında bu şaşırtıcı değil. Basitçe bu durum mazlum tarafın bir “fail” olarak harekete geçmesini yadırgamak olarak değerlendirilebilir. Mazlum taraf ahlaki meşruiyetini korumak istiyorsa hep edilgen kalmalıdır, hep bir eylemden etkilenen olmalıdır.
Başka bir deyişle bir topluluk sistematik zulme uğruyorsa bu kimselerin gözünde ahlaki meşruiyetini kaybetmemek için yapabileceği tek şey zaliminin yeniden zulmetmesini bekleyip ancak kendisine tanınan sınırlar içinde “meşru müdafa”da bulunmaktır. Daha da başka bir deyişle size biçilen ahlaki meşruiyet, mazlum/zulme uğrayan pozisyonunuzla sınırlıdır. Bu insanların zihninde bulunduğunuz mazlum pozisyonuna uyduramadıkları bir şekilde “fail” olarak bir irade ortaya koyduğunuzda bu yadırganır, mahkûm edilir. En iyi ihtimalle “Nereden çıktı şimdi bu?” sorusuna muhatap olursunuz. Nereden çıktı her şey yerli yerinde gidiyordu…
Bu yaklaşım -yaklaşım sahiplerinin niyetinden bağımsız olarak- stratejik açıdan İsrail’in zulmün devamlılığını sağlama çabalarıyla denk düşüyor. Saldırma, sürpriz hamle yapma avantajı hep İsrail’in uhdesinde kalmalıdır ki böylece mevcut şartlar zorlanmadan sürdürülebilsin. Filistinlilerin “ebedi mazlum” olarak kaldığı bir vasat korunmaya çalışılıyor ki bu denklemde istediği zaman eyleyebilecek tek “fail”in Siyonist rejim olması da temin edilmiş olsun.
Sizi savaşılan bir “insan” olmaktan öte “terörist” adı altında dehumanize edip varlığı ortadan kaldırılması gereken bir unsur olarak kodlayan ve bu uğurda her türlü yola başvuran bir düşmana karşı koyarken beri yandan ortaya koyduğunuz var olma mücadele sırasında yaptığınız eylemleri yargılama hakkını kendinde gören üçüncü taraflarca sigaya çekildiğiniz bir vasat düşünün… İlk verdiğimiz örneğin devamı olarak elleriniz kollarınız bağlı işkence edilirken işkencecinize fırsat bulup yaptığınız bir hamlede kenarda oturup izleyenlerin size “ölçü, hukuka riayet” dersi vermeye kalktığını düşünün… Bu kimselerin oturdukları yerden yaptığınız eylemin size ahlaki meşruiyetinizi kaybettirdiğini söylediklerini düşünün…
Oysa bir zulmün muhatabına ortaya koyduğu direnişle ilgili oturduğun yerden ahlak dersi vermeye kalkmak esas gayriahlaki olandır. Bir Müslümanın, Müslüman kardeşiyle ilgili olarak bu duruma düşmesi ise ne büyük bir utanç!
Tabii ki Müslümanın her hal ve şartta riayet etmesi gereken, en zorlu durumda bile gözetmesi gereken sınırlar bulunuyor. Bu kendisine hatırlatılabilir dahası hatırlatılması bir görevdir. Ama zorluklar içinde bir mücadele yürüten kardeşini ve eylemini mahkûm etmek hele ki bunu uyduruk gerekçelerle yapmak “emri bil maruf nehyi anil münker”in çok uzağına düşüyor.
Bir siyasal eylemde eylemin meşruiyetini sorgulamak önünde sonunda eylemden zarar görenlerin lehine bir tavırdır. Bu anlamıyla Hamas’ın saldırısı hakkında Siyonist rejim ve destekçilerinin eylemin bağlamını gözlerden kaçırmak, mesajını absorbe etmek için meşruiyet tartışmalarını körüklemeleri gayet normal. Haddizatında zihinlerinde dehumanize ettikleri düşmanın her eylemi kendileri için gayri meşrudur zaten; üçüncü taraflarca -hatta mümkünse düşmana müzahir olanlarca- eylemin meşruiyetinin tartışılması ise eylemin etkisini kırma çabalarında kendilerine apayrı bir fırsat sunmaktadır.
Yerli yerince yapılmış her siyasal eylem gibi Hamas’ın “Aksa Tufanı” saldırısı da mesajını kendi içinde taşıyan bir eylem. Eylemin kendisi konuştu, konuşuyor o sebeple eylemin gönüllerine sürur verdiği kimseler için izaha da tefsire de ihtiyacı bulunmuyor. Ancak bir taraftan da bu eylemin güçlü mesajı meşruiyet tartışmalarıyla karambole getirilmek, boğulmak isteniyor. Büyük imkânsızlıklara rağmen Hamas’ın işgalci Siyonist rejime indirdiği yumruğun puana dönüşmemesi için muazzam bir çaba gösteriyor İsrail ve uluslararası yandaşları. Hamas’ın bu eyleminin “a priori” olarak meşruiyete sahip olmasına rağmen üçüncü taraflarca meşruiyetinin tartışmaya açılması nihayetinde bize göre -bilerek ya da bilmeyerek- Siyonist rejimin bu çabasına omuz vermek anlamını taşıyor.