Joshua Rothman / Fikir Turu
Siz, o eski siz misiniz?
Herkesin orta yaşa geldiğinde ister istemez sorduğu sorulardan biri de , “Ben, o eski ben miyim?”
The New Yorker dergisi, editörlerinden Joshua Rothman’in imzasını taşıyan ve bu soruya yanıt arayan bir yazı yayınladı. Yazıdan önemli bölümleri aktarıyoruz:
“Oğlum dört yaşına geldiğinde kendi dört yaşıma dair çok az anım olduğunu fark ettim. Bana, neşe dolu, akşam yemeği sofralarında uzun uzun nutuklar atan konuşkan bir çocuk olduğum söylendi, ama öyle olduğumu hatırlamıyorum. Mutlu ve geveze olan oğlumun ortalıkta gezmesi o kadar eğlenceli ki, bazen gelecekte bunları hatırlayamayacak olmasından onun adına üzüntü duyuyorum.
Çocuk benliklerimizi daha net görebilseydik, hayatımızın gidişatını daha iyi anlayabilirdik. 24, 44 veya 74 yaşında, dört yaşındakiyle aynı insanlar mı olacağız? Yoksa zamanla önemli ölçüde değişecek miyiz? Olan oldu mu, yoksa hikâyelerimizde şaşırtıcı dönüşler olacak mı? Bazı insanlar yıllar içinde derinden değiştiklerini hissederler. Diğerlerinin ise genç benlikleriyle güçlü bir bağı vardır, geçmiş onlar için bir yuvadır.
20 yıl sonra bir lise buluşmasından nasıl çıkarsınız?
Yıllar önce, sıradan bir sonbahar gününde yaşadıklarınızı hatırlamaya çalışın. Muhtemelen o zamanlar başkaları için önemsiz, hatırlanmayacak bazı şeyleri çok önemsiyordunuz. Hayatınızda bazı önemli gelişmeler henüz yaşanmamıştır. Hatırladığınız benlik sizin gibi mi? Yoksa o size bir yabancı gibi mi geliyor? Dünü gerçekten hatırlıyor musunuz, yoksa kurgusal bir karakter hakkında bir roman okuyor gibi misiniz?
Eski duygularınız varsa muhtemelen siz o “devam edenlerdensiniz”, eğer yoksa muhtemelen bir “anısal” kişiliksiniz. Birbirinize karşı olmayı tercih edebilirsiniz, ancak bakış açınızı değiştirmekte zorlanabilirsiniz. William Wordsworth, “Gökkuşağı” şiirinde sonraları slogana dönüşecek “Çocuk, insanın babasıdır” dizesini yazmıştı. Bir lise buluşmasına gitmenin bir nedeni de, kişinin geçmişteki benliği gibi hissetmesidir. Eski dostluklar devam eder, eski şakalar yeniden ortaya çıkar, eski aşklar yeniden canlanır. Ancak buluşmadan çıktığınızda zaman yolculuğu sona erer. Sonuçta değiştiğin ortaya çıkar.
Öte yandan, bazılarımız geçmiş benliklerimizden kopmak istiyoruz; eskiden olduğumuz kişi tarafından yüklenen ya da kim olduğumuz tarafından hapsedilen, çok parçalı yaşamlar diliyoruz. Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard, gençlikte yaşadığından daha iyi bir hayat yaşamayı dileyen orta yaşlı bir adamı anlatan hacimli otobiyografik romanı Kavgam’da , aynı adı bir ömür boyu kullanmanın mantıklı olup olmadığını sorguluyor. Bebekken çekilmiş bir fotoğrafına baktığında, “kolları ve bacakları açık, yüzü bir çığlığa dönüşmüş” olan bu küçük kişinin, şimdi olduğu gibi 40 yaşında bir baba ve bir yazarla gerçekten ne ilgisi olduğunu merak ediyor.
Anı yaşamak, büyük resmi aramamak
Filozof Galen Strawson, bazı insanların diğerlerinden daha “anısal”, daha geniş bir olay örgüsüne bakmadan günlerini iyi yaşamaya çalıştığına inanıyor. Strawson, “Benlik Algısı” adlı bir denemede, “Ben bu bölümün sonuna doğru bir yerlerdeyim. Hayatımın biçimli bir anlatı olduğu konusunda hiçbir fikrim yok ve kendi geçmişime çok az ilgi duyuyorum” diye yazıyor.
Belki oğlum büyüyecek ve anı yaşayan bir anısal hafızalı bir kişi olacak, yaşamının bir bütün olarak mı, yoksa parçalar bütünü olarak nasıl şekil alacağı konusunda kaygılanmayacak. Öyle olsa bile, bir şekilde hayatlarımızdaki büyük değişkenliklerin yaratacağı zorluklardan kaçış olmayacak. Utanç verici eski bir eylemimizi düşünerek kendimize “Ben değiştim!” deriz. Ama gerçekten öyle mi? Uzun zaman önce olanlara takılıp kalmış bir arkadaştan sıkılınca, “O başka bir hayattı. Şimdi farklı bir insansın!” diyoruz. Ama gerçekten öyle mi? Arkadaşlarımızla, eşimizle, ebeveynlerimizle ve çocuklarımızla birlikte yaşarken, onların her zaman tanıdığımız insanlarla aynı kişiler olup olmadıklarını ya da bizim ya da onların görmekte zorlandığımız değişiklikleri yaşayıp yaşamadıklarını merak ederiz. Gelişmek için yorulmadan çalışsak bile, nereye gidersek gidelim orada olduğumuzu görüyoruz. Bu durumda her şeyin ne anlamı var? Yine de bazen, eski benliklerimizi, sanki geçmiş bir yaşamı hatırlıyormuş gibi bir merak duygusuyla hatırlıyoruz. Hayatlar uzun ve öngörülmesi zordur. Kim olduğumuzu ya da o her zamanki kişi olup olmadığımızı sorarak ne öğrenebiliriz ki?
Çocukluk, yaşamın genelini ne kadar etkiliyor?
Hayatımızın sürekliliğine dair bilimsel kanıtlar var. Psikolog Phil Silva, 70’li yıllarda Yeni Zelanda’daki Otago Üniversitesi’nde çalışırken, ekibiyle birlikte hepsi Dunedin şehrinde veya çevresinde yaşayan bin 37 çocukla ilgili bir çalışma başlattı. Araştırmacıları denekler ve aileleriyle 3, 5, 7, 9, 11, 13, 15, 18, 21, 26, 32, 38 ve 45 yaşlarında mülakat yaptı. Dört psikolog, 2020’de Dunedin çalışmasının bulgularını, “The Origins of You: How Childhood Shapes Later Life” (Kökenleriniz: Çocukluk Sonraki Yaşamınızı Nasıl Etkiliyor?”) başlıklı bir kitapta özetlendi. Kitap, ABD ve İngiltere’de yürütülen birkaç ilgili çalışmanın sonuçlarını da içeriyor ve yıllar boyunca yaklaşık dört bin insanın nasıl değiştiğini anlatıyor.
Dunedin çalışması insanları anlamaya yönelik diğer tüm çalışmalardan farklı. Bir kere “ileriye dönük” bir çalışma. Birçok gelişim çalışmasının sorunu, doğası gereği “geriye dönük” olmasıdır: Araştırmacılar insanların şu anda nasıl olduklarından yola çıkarak bu duruma nasıl geldiklerini öğrenmek için geçmişe bakarlar. Örneğin istismara uğrayan çocukların yetişkinler olarak bu istismarın izlerini taşıdığını göstermeye çalışmak tahmin edilebileceği gibi yanlıştır. Çünkü bu çalışmaların çok sayıda sorunu var. Mesela hafızalar yanılabilir: İnsanlar genellikle onlarca yıl önce yaşadıklarıyla ilgili temel gerçekleri, örneğin ebeveynlerinin kötü mü, yoksa iyi mi olduğunu hatırlamakta bile zorlanıyorlar. Bir de denek seçim yanlılığı sorunu var. Kaygılı yetişkinlerle ilgili geriye dönük bir araştırma, birçoğunun boşanmış ebeveynlerle büyüdüğünü tespit edebilir. Peki, ya ebeveyni boşanmış, ama kaygı geliştirmeyen ve bu nedenle araştırmada dikkate alınmayan çocuklar ne olacak? Geriye dönük bir çalışmada herhangi bir faktörün gerçek önemini belirlemek zordur. Dunedin projesinin değeri, bu nedenle, yalnızca uzun süresinden değil, aynı zamanda “ileriye dönük” olmasından da kaynaklanıyor. Rastgele seçilmiş binlerce çocukla başladı ve değişiklikleri daha sonra ortaya çıktıkça belirledi.
Dunedin araştırmacıları ileriye dönük olarak çalışmaya üç yaşındakileri kategorilere ayırarak başladılar. Çocuklarla 90 dakika bir araya geldiler ve onları, huzursuzluk, dürtüsellik, inatçılık, dikkatlilik, samimiyet, iletişimsellik dâhil olmak üzere kişiliğin 22 yönüne göre derecelendirdiler. Daha sonra sonuçlarını beş genel çocuk tipini belirlemek için kullandılar. Çocukların yüzde 40’ı, “uyumlu” olarak kabul edildi. Yabancılara ve yeni durumlara rahat uyum sağlayan yüzde 25’lik kesim ise “kendine güvenen” olarak adlandırıldı. Başlangıçta çocukları yüzde 15’i “mesafeli” veya soğuktu. Yaklaşık on kişiden biri “duygularını aşırı bastırmış” olarak nitelendi. Aynı oran bir grup ise “düşük kontrollü” olarak tanımlandı. Duygularını aşı bastırmış çocuklar utangaçtı ve başkalarına son derece yavaş ısınıyorlardı; düşük kontrollüler ise dürtüsel ve huysuzdu. Bu kişilik belirlemeleri, yarım yüzyıllık daha fazla süren çalışmanın esasını oluşturacaktı.
18 yaşına gelindiğinde bazı örüntüler görünür hale geldi. Kendine güvenli, mesafeli ve uyumlu çocuklar böyle olmayı devam etse de bu kategorilere ilişkin özellikleri daha az belirgin hale gelmişti. Buna karşılık duygularını bastırmış veya düşük kontrollü kategorize edilen çocuklar mizaçlarına daha sadık kalmışlardı. Duygularını aşırı bastıranlar 18 yaşına geldiklerinde, kendilerini diğerlerine kıyasla daha az güçlü ve kararlı hissediyordu. Düşük kontrollü çocuklar ise kendilerini “tehlike arayan” ve “dürtüsel” olarak tanımlıyordu. Dürtüseller, daha sık sinirleniyor ve kendilerini “kötü muamele görmüş ve mağdur edilmiş” olarak görüyordu.
Sonraki dönemde araştırmacılar gruplarını ikiyi indirdiler. Bir grup “dünyadan uzaklaşıyordu”, alçakgönüllü ve ihtiyatlı bir yaşam tarzını benimsiyordu. Hemen hemen aynı sayıdaki bir başka grup da “dünyaya karşı hareket ediyordu”. Sonraki yıllarda araştırmacılar, ikinci gruptaki kişilerin işlerinden kovulma ve kumar sorunları yaşama olasılıklarının daha yüksek olduğunu tespit ettiler.
Eğilimleri uzun ömürlüydü ama bu eğilim kişisin sosyal çevresine bağlıydı. Dünyaya karşı hareket eden biri, diğerlerini kendinden uzaklaştırırken diğerlerinin iyi niyetli eylemlerini bile kendilerinden bir uzaklaşma olarak yorumlama eğiliminde olacaktır. Bu olumsuz toplumsal tepki, onun muhalif duruşunu derinleştirecektir. “Uyumlu” bir beşinci sınıf öğrencisi ortaokula geçişte bazı kulüplere katılırken dünyadan uzaklaşan arkadaşı ise öğle yemeğinde muhabbet etmek yerine okumayı tercih edebilir. Dünyaya karşı hareket eden onun erkek kardeşi ise tehlikeli durumlarda kendini rahat hissedecektir.
Yazarlar, bu tür bir kişisel gelişim yoluyla, bizi her zamankinden daha çok kendimiz gibi yapan yaşamların baş seçicisi olduğumuzu söylüyor. Ama bu döngüden çıkmanın yolları var. İnsanların rotasını değiştirmelerinin bir yolu da yakın ilişkileridir. Dunedin araştırması, dünyaya karşı hareket etme eğiliminde olan birinin, doğru kişiyle evlenirse veya doğru akıl hocasını bulursa, daha olumlu bir yönde hareket etmeye başlayabileceğini gösteriyor. Hikâyenin çoğu yazılmış olsa bile, yeniden yazmak her zaman mümkündür.
Ya birden fazla kategoriye uyuyorsak?
Dunedin araştırması bize çocuklar arasındaki farklılıkların zaman içinde ne kadar önemli olduğu hakkında çok şey anlatıyor. Ancak bu tür bir çalışma, kendi sürekliliğimiz veya değişebilirliğimizle ilgili daha derin, daha kişisel bir soruya ne kadar yanıt verebilir? Bu, kim olduğumuzu sorduğumuzda ne demek istediğimize bağlı… Ne de olsa bizler, mizaçlarımızdan daha fazlasıyız. Hepimiz bir veya birkaç kategoriye uyuyoruz, ancak bu kategoriler kimliklerimizi tam olarak kapsamıyor.
Filozof Galen Strawson, “Bazı insanlar hikâye formunda yaşadığını” diğerlerinin ise “hayatlarını bir hikâye veya ilerleme olarak görme eğiliminin bulunmadığını” yazıyor. Ancak bu, sadece bir süreğenlik veya anısal olma meselesi değildir. Bazı insanlar hayatı bir “anısal ruhsal disiplin” biçimi olarak yaşarken, diğerleri “basitçe amaçsızdır”. Ona göre anı yaşamak, ekonomik yoksunluğa, yıkıcı bir fırsat eksikliğine ya da büyük bir servete sahip olmanın getirdiği koşullara bir yanıt olabilir:
“Bazı insanlar, hırsları veya uzun vadeli hedefleri olmamasına rağmen yaratıcıdırlar ve küçük bir şeyden diğerine geçerler veya kazara veya birikimle, planlamadan büyük işler çıkarırlar. Bazı insanlar, bilseler de bilmeseler de, karakter olarak çok tutarlıdır, benliğin sürekliliği deneyiminin altını çizebilecek bir istikrar biçimidir. Diğerleri tutarsızlıklarında tutarlıdır ve kendilerini sürekli olarak kafa karıştırıcı ve paramparça hissederler.”
Durağan veya değişken olduğunuza dair algılar neredeyse ideolojik bir sorudur. Değişken olmak, öngörülemez ve özgür olmaktır; sadece hayat hikâyenizin kahramanı değil, aynı zamanda senaryosunun da yazarı olmaktır.
Durağan olmak, hep olduğunuz kişi olmak da değerlidir. Bu bakış açısına göre hayat değişkenlerle doludur ve hepimiz kim olduğumuzu değiştirebilecek maceralar atlatırız. Ama asıl önemli olan onlara yaşamış olmamızdır. Aynı ben, ne kadar değişmiş olursa olsun, hepsini özümsemiştir ve hepsin yapmıştır. Bu bakış açısı aynı zamanda, bir bağımsızlık beyanını da içerir. Ama bu beyan kişinin geçmiş benliğinden ve koşullarından değil, koşulların gücünden ve yaşamlarımıza anlam vermek için yaptığımız seçimlerden bağımsız olduğuna dairdir.
Önce bir hikâye yazın…
Geçen zaman hepimizden bir tür hikâye anlatmamızı gerektiriyor. Yaşam boyunca değişmeden geçemeyeceğimiz bazı yollar var. Gençler yaşlılardan farklıdır; olasılıklar ilk on yıllarımızda boldur ama yıllar geçtikçe bunlar yitip gider. On yedi yaşındayken her gün bir saat piyano çalışmışınızdın ve ilk kez âşık olmuşsunuzdur; şimdiyse muhtemelen sadece kredi kartlarınızı ödüyor ve Amazon Prime’ı izliyorsunuz. Onlarca yıl önce olduğun kişiyle bugün aynı kişi olduğunu söylemek saçma. Geçmişinizi itinayla bölümlere ayıran bir hikâye de yapay olabilir. Yine de kaosa düzen dayatmanın bir değeri var. Bu sadece kendi kendini yatıştırma meselesi değil: Gelecek uzakta beliriyor ve geçmişe dayanarak nasıl davranacağımıza karar vermeliyiz. İlk önce bir tane yazmadan bir hikâyeye devam edemezsiniz.
… sonra onu tekrar tekrar gözden geçirin
Her zaman olduğumuz kişi olduğumuzu iddia etmenin faydalarından biri, hayatımızı alt üst eden yıkıcı gelişmeleri örtbas etmemize yardımcı olmasıdır. Ancak zor deneyimleri kabul etmek iyidir ve bunların daha güçlü, daha nazik ve daha akıllı olmamıza nasıl yardımcı olduğunu kendimize sormamız gerekiyor.
Çoğu zaman anlaşılmaz olan Alman filozof Martin Heidegger, insanları farklı kılan şeyin ne ve kim olduğumuz konusunda “bir tavır alma” yeteneğimiz olduğunu savundu. Ona göre aslında, var olmanın ne anlama geldiği ve bunların ne anlama geldiği hakkında durmadan sorular sormaktan başka seçeneğimiz yok. Bir ağaç için büyümek ne kadar önemliyse, sormak ve yanıtları denemek de kişiliğimiz için o kadar temeldir. Yaşadığımız sürece değişiriz ve bu değişime bakışımızı değiştiririz.”