“6-7 Eylül Olayları, Kolektif Şiddettir ve Adını Doğru Koymak Gerekir”

Gayrimüslim toplumlara yönelik 6-7 Eylül’de yapılanları “kolektif bir şiddet” olarak niteleyen Doç. Dr. Ömer Turan, “‘Biz hep haklıydık’ hatasından kurtulmalıyız. Çare geçmişte yaşananları açıklıkla konuşmaktır” dedi

Barış Kop / Independent Türkçe

Türkiye tarihinin karanlık ve utanç sayfalarından biri: 6-7 Eylül 1955.

Başta Rumlar ve sonradan Ermeniler olmak üzere gayrimüslim toplumuna yönelik gerçekleştirilen linç ve yağma hareketinin 64’üncü yıldönümünde, o gün yaşananların öncesi ve sonrası ile yaratılan derin tahribatın onarılması yönünde atılması gereken adımları için İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Doç. Dr. Ömer Turan Independent Türkçe ile konuştuk. 

Resmi verilere göre 11 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı, kadınlar tecavüze uğradı.

Bunun yanında 4 bin 214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 2 manastır, 1 sinagog, 26 okul ile fabrika, otel ve bar gibi yerlerin bulunduğu toplam 5 bin 317 mekân da saldırıya uğradı.

6-7 Eylül 1955 tarihi için isim doğru koyulmalı diyor Turan; “Pogrom”

“Etnik bir gruba yönelik kolektif şiddet: Pogrom”

- 6-7 Eylül Pogromu’nun 64’üncü yılında, yaşananları ve nedenlerini bir kez daha konuşmak istiyorum. Katliam ve yağma girişiminin fitili İstanbul Ekspres gazetesinin ikinci baskısıyla beraber ateşleniyor fakat olayların nedeni salt bu değil tabii.

Siz, 6-7 Eylül’ü, o güne giden süreci ve sonrasında yaşananları nasıl görüyor, değerlendiriyorsunuz?

Sanırım kelime tercihiyle başlamamız lazım. Siz sorunuzu sorarken 6-7 Eylül Pogromu dediniz. Kesinlikle olan biteni bir pogrom olarak adlandırmak gerekli. Genel olarak Türkiye’de “6-7 Eylül Olayları” kalıbı kullanılıyor.

Olaylar dendiğinde birincisi, yaşananın boyutları azımsanmış oluyor. İkincisi, olay kelimesi sanki kendiliğinden olmuş gibi bir izlenim veriyor.

Pogrom Rusça kökenli bir kelime. İlk olarak 19. yüzyılda Yahudilere yönelik şiddeti adlandırmak için kullanılmış. Ama artık sadece Yahudilerin başına gelenler için kullanılmıyor bu kelime.

Pogromu nasıl tanımlayabiliriz? En kısa tanımını etnik bir gruba yönelik kolektif şiddet şeklinde yapabiliriz. Kitlenin şiddet uygulayıcısı olarak seferber edilmesi pogromun temel özelliği. Bu kolektif şiddetin içinde, yağma olabilir, linç olabilir, hırsızlık, tecavüz ya da cinayet olabilir. 

6-7 Eylül 1955’te olan kolektif şiddeti kesinlikle İstanbul Rumlarını hedef alan bir pogrom olarak adlandırmak gerek.

Hemen bir parantez açalım, elbette ana hedef Rumlardı ama Ermeniler ve Yahudiler de bu şiddetin hedefi oldular.

Diplomatların hazırladıkları raporlar bize şu bilgileri veriyor:

Rumlara ait takriben 2 bin 500 iş yeri ve 670 ev tahrip edildi. Ayrıca Ermenilere ait takriben bin iş yeri, 150 ev saldırıya uğradı. 

“6-7 Eylül sadece yağmalanmış mağazalar olarak hatırlanmamalı”

İlk önce tahrip edilen mülklerden söz ettik. Hataya düşmemek için kolektif şiddetin hem nedenlerine, hem de sonuçlarına değinmemiz gerekmekte.

Yoksa 6-7 Eylül’ü herkesin görmüş olduğu İstiklal Caddesi’nde yağmalanmış lüks mağazalara ait fotoğrafla hatırlama yanılgısına düşeriz.

Oysa cinayetler söz konusudur. Kaynaklarda öldürülenlerin sayısı 13 ila 17 arasında değişiyor. 200’den fazla Rum kadına tecavüz ediliyor. Resmi açıklamalara göre 30’dan fazla Rum ağır yaralanıyor. Gayri resmi kaynaklara göreyse bu sayı 300 civarında.

Linç güruhu kimi Rum erkekleri zorla sünnet ediyor. Zorla sünnet edilenler arasında papazlar da var.

Söylediğim gibi, yıllarca 6-7 Eylül belleğimizdeki görüntüler hep dükkânlara yönelik saldırıların görüntüleriydi. 

Ama 2015’te Serdar Korucu’nun editörlüğünde hazırlanan Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 isimli kitapla Patrikhane fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un çektiği fotoğrafları gördük.

Ve anladık ki aslında dükkânlar kolektif şiddete maruz kalan hedeflerden sadece biri.

Kiliseler, okullar ve mezarlıklar da hedef alınıyor. 73 kilise, 26 okul bu pogromda zarar görüyor.

Kalumenos’un çektiği fotoğraflar şiddetin boyutunu çok güçlü şekilde yansıtıyor bize: Mezarların bile nasıl kırıldığını, nasıl açıldığını görüyoruz.

İşte bu kapsamda bir şiddetten bahsettiğimiz için pogrom kelimesini kullanmamız gerek. Bu ölçekte bir şiddet için olaylar kelimesinin hafifletici etkisi yetersiz kalır. 

- Peki, amaç neydi? 

İki amaçtan söz etmek gerek. Birincisi, 1910’lardaki İttihatçı dönemden beri süregelen toplumu ve ekonomiyi Türkleştirme amacı.

İkinci amaç ise, 1955 bağlamında daha spesifik bir amaç: Dönemin DP hükümeti Londra’da toplanmış olan Kıbrıs Konferansını dağıtmaya yönelik bir hamle düzenlemek istiyor.

Bu hamleyi hazırlayan unsurlar arasında Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde sert bir tutum almasını isteyen Britanya diplomasisinin yol göstericiliğinin de payı olması mümkündür. 

Sonuçta Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve Türk istihbarat birimlerince tahrip gücü düşük dinamitler yerleştiriliyor. Ve bu haber İstanbul basınında oldukça abartılarak, küçük olay büyütülerek veriliyor.

Atina’daki AA muhabirinin “Bahçede bir iki dinamit lokumu patladı” şeklinde geçtiği haber “Atamızın Evi Bomba İle Hasara Uğradı” şekline dönüşerek manşete taşınıyor.

Kâğıt kıtlığı olan bir dönemde gazetelerin ikinci baskıyı yapmaları önceden bir tertibat olmaksızın imkânsız gözükmektedir.

Sonrası da önceden seferber edilmiş güruhun kamyonlarla saldırıların gerçekleşeceği semtlere taşınması, bir örnek sopalarla kolektif şiddetin başlaması.

Fuat Köprülü: Ata’nın Selanik’teki evini Menderes bombalatmıştır

- Türkiye toplumu 6-7 Eylül devlet eliyle organize edildiğini nasıl öğrendi? 

1990’ların başında emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun verdiği bir söyleşi kritik.

Yirmibeşoğlu “özel harp” kökenli bir subay. Söyleşisinde "6-7 Eylül’ün muhteşem bir özel harp örgütlenmesi" olduğunu söyledi. Ve "amacına ulaştığını" da belirtti. 

Aslında özel harp biriminin rolü dışında bir tertip olduğu çoktan beri biliniyordu. DP hükümetinin panikle ortaya attığı “Komünistler yaptı” tezi kimseyi ikna etmemişti.

DP’nin kurucularından Fuat Köprülü’nün 27 Mayıs’tan hemen sonra verdiği bir söyleşi var. Biliyorsunuz Köprülü, DP kurucularından, ama 1957’de istifa etmişti.

Fuat Köprülü o söyleşide şöyle diyor:

Hadiseler Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir.

Ata’nın Selanik’teki evini Menderes bombalatmıştır.

Meselenin tahkik edilmesini, mesullerini bir an evvel meydana çıkartılmasını istedikçe Menderes’in işi kapatmaya çalıştığını gördüm.

Yani bir grup insanın kendi kendilerine Kıbrıs’ı bahane edip Rumlara saldırmış olmadığı hep biliniyordu.

Tabii bu açıklamaların yapılmış olması 6-7 Eylül’ün bir kolektif şiddet vakası, bir devlet organizasyonu olarak toplumsal bellekte yer ettiği anlamına gelmiyor.

“Oktay Engin sonradan Nevşehir Valiliğine kadar yükseliyor”

- Devlet tarafından organize edildiğine yönelik başka hangi bilgiler var elimizde? 

Her şeyden önce Selanik’teki evin bahçesine dinamit lokumlarını koyan kişi hakkında epeyce bilgi var.

Adı Oktay Engin.

O dönemde Yunanistan vatandaşı bir Batı Trakya Türkü ve Türk istihbaratına çalışıyor.

Yunanistan’da hapis cezasına mahkûm ediliyor. Çıkınca Türkiye’ye gelip hukuk eğitimini tamamlıyor.

Oktay Engin sonraları Türkiye’de Nevşehir valiliğine kadar yükseliyor.

Başka bir bilgiye ise hasar görmüş ve hasar görmemiş binalara bakarak ulaşıyoruz.

Kitle kendiliğinden hareket etse ilk tahribat muhtemelen Fener Patrikhanesi ve İstiklâl caddesindeki Yunan konsolosluğunda olurdu.

Fakat bir organizasyon söz konusu, bu iki kritik yeri jandarma kuvvetleri korumaya alıyor.

Diğer yerlerde ise polis tedbir almıyor.

Sonradan kimilerinin “Bugün polis değiliz, Türküz” dediklerini öğreniyoruz. 

Dönemin AA muhabiri Selçuk Emre’nin raporu

İlgi duyanlar, bu hafta Agos’ta yer alan rapora bakabilirler. O dönemde raporu AA muhabiri Selçuk Emre, İstanbul Valisi’nin talebi üzerine hazırlıyor.

Rapor açıkça güvenlik güçlerinin uzun süre saldırılara müdahale etmediğini, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in “göstericilere” yumuşak davranılması talimatını verdiğini aktarıyor.

Elbette pogrom dediğimiz gibi göstericiler değil saldırganlar demeliyiz.

Selçuk Emre’nin raporundaki en önemli detay ise İstanbul’da kitle içinde, kitleyi yönlendiren hava değişimli Topçu Kıdemli Yüzbaşı Hamdi Özkanlı isimli bir subay ile birlikte dört sivil daha olduğu.

Bu beş kişi tespit ediliyorlar ve tutuklanıyorlar; ama tutuklular formalite icabı bir sorgulamadan geçirildikten sonra aynı gece serbest bırakılıyorlar.

Selçuk Emre’nin raporuna Atatürk Kitaplığı’nda ulaşan Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül bu bilgiyi  “İstanbul Merkez Kumandanlığı” tarafından tutulan tutanağa dayandırıyorlar. 

“Öncelik tahribat ve vandalizm”

Bir de konuya dair en önemli çalışmalardan biri olan Dilek Güven’in "6-7 Eylül Olayları" isimli kitabında karşımıza çıkan bir detay var. Bu da hırsızlık konusu.

Güven, 6 Eylül akşamının ilk anlarında saldırgan grupların liderlerinin hırsızlığı engellemeye çalıştıklarını aktarıyor.

Hatta bazı liderler kimi kavşaklarda yoldan geçenlerin üzerlerini arayarak hırsızlığı önlemeye çalışıyorlar.

Güven, bunu "organize grupların önceliğinin tahribat ve vandalizm olduğu" şeklinde yorumluyor.

Bunu da saldırgan kitlenin kendiliğinden harekete geçmediği, bir merkezi talimatla hareket ettiği şeklinde değerlendirebiliriz.

Gecenin ilerleyen saatlerinde ise hırsızlık vakaları çoğalıyor.

- Bu tarz olayların yıl dönümlerinde genelde yapılanlara baktığımızda; kınama, anma metni yayımlama ve bir/iki tweet atmanın ötesine geçmiyor. Bunun ötesine geçmemiz için ne yapılmalı? Özür ve yüzleşmenin önemi nedir? Bu süreç nasıl yürütülmelidir? 

Geçmişe dair bilginin demokratikleşmesi ve çoğulculaşması çok önemlidir.

Bir ulusun geçmişinde sorunlu, utanılacak hiçbir şey görmemek, önyargılı bir tutumdur.

“Biz hep haklıydık” hatasından kurtulmak gerekiyor.

Maalesef Türkiye’de bu hatanın sıklıkla yapıldığını görüyoruz.

Çare nedir peki?

Çare geçmişte olanları açıklıkla konuşmak. Yapılan hataları dillendirmek.

“Geçmişte bazı acı olay yaşanmış” tarzı yaşananların üstünü örtmeyi öneren bakıştan uzak durmak lazım.

Çünkü bundan uzak durmazsak ne geçmişteki kolektif hataların detaylarını öğrenebiliriz, ne de bunlarla hesaplaşmak mümkün olur. 

“Yüzleşmenin ilk adımı: kolektif şiddetin adını koymak”

Hesaplaşma dediğimiz şey de ilgili literatürde yüzleşme diye adlandırılan süreç.

Farklı unsurları var yüzleşmenin.

İlk adım olarak geçmişteki bir kolektif şiddetin, utanılacak bir sürecin adını koymak önemli.

Kötüye kötü demek, suçlamak, utanılması gerektiğini söylemek önemli bir başlangıç noktasını oluşturuyor.

O nedenle az önce 6-7 Eylülün bir pogrom olduğunu vurgulamanın önemine değindim.

Yüzleşmenin bir diğer unsuru hesaplaşılan olayın hatırlanma biçimlerini dönüştürmek.

Bunun içinde anma mekânlarının oluşturulması da olabilir, ders kitaplarındaki bilgileri yüzleşme perspektifiyle yeniden yazmak da olabilir. 

“Yüzleşmenin başarılı olabilmesi için hem devletin, hem de toplumun bunu önemsemesi gerekir”

Bir diğer unsur resmi bir özür ifadesinin paylaşılmasıdır. Ayrıca yüzleşme sürecini onarıcı adalet mekanizmalarıyla birlikte düşünmek gerekiyor.

Yani bir yandan mutlak adaletin sağlanamayacağını akılda tutarken, diğer yandan mağdurlara tazminat ödemeyi gündeme almak gerekiyor.

İlaveten sorumluların yargılanmaları da yüzleşmenin kilit unsurları arasında yer almakta.

Gördüğünüz gibi, yüzleşmek için ne devletin çabası yeterli, ne de resmi girişimler olmadan toplumun çabası yeterli.

Sürecin bir ölçüde başarılı olabilmesi için, hem devletin, hem de toplumumun yüzleşmeyi önemsemesi gerekiyor. 

- 6-7 Eylül ile yüzleşebildik mi?

Bu unsurlar çerçevesinde Türkiye toplumu 6-7 Eylül ile yüzleşebildi mi? Maalesef bundan oldukça uzağız.

50. yılda, yani 2005’te Karşı Sanat’ın, Tarih Vakfı ile ortaklaşa düzenlediği 6-7 Eylül ile ilgili fotoğraf sergisini hatırlayalım.

Serginin açılışı “Türkiye Türktür, Türk kalacak”, “Hainlere Ölüm”, “Ya Sev Ya Terk Et”, “Neden Kıbrıs’taki fotoğrafları değil de, bu fotoğrafları asıyorsunuz”, “Atatürk’ün evini yakanları savunmayın” sloganlarını atan bir grup tarafından basılmıştı.

Fotoğraflara yumurta attılar, fotoğrafları yırttılar.

Tam da Elhamra Pasajı’nın üçüncü katında oldu bunlar.

50 yılda geldiğimiz noktanın özeti gibi adeta.

Maalesef 6-7 Eylül’ün şiddeti ve trajedisi beyaz perdeye taşındığında da geçmişle yüzleşmeye katkı sağlayacak bir filmle karşılaşamadık, çünkü konu hakkında en bilinen film azınlıklar hakkındaki kalıp yargılara fazlasıyla yaslanan bir film.

“Pogromun faturası ilk olarak komünistlere çıkarılmak isteniyor”

6-7 Eylül bağlamında tazminat ödemeleri ve yargı süreçlerini de görmekteyiz.

1955 ve sonrasında yapılan tazminat ödemelerinde toplanan bağışların da rolü olduğunu görüyoruz.

Yargılama sürecinin ilk aşaması 6-7 Eylül’den hemen sonra ilan edilen sıkıyönetimin mahkemelerinde gerçekleşiyor.

İlk olarak komünistleri tutuklayan bu mahkemeler sonuçta yüzlerce saldırganı küçük cezalara mahkûm ediyorlar ve pogromun tertiplenişi hakkında hiçbir hüküm kurmuyorlar.

İkinci aşama, 27 Mayıs sonrası Yassıada’da açılan 6-7 Eylül Olayları Davası. Fuat Köprülü’nün açıklamaları ihbar kabul edilerek açılmıştı bu dava.

Bir darbe sonucu kurulan özel mahkemeden de adalet beklemek gerçekçi değil zaten. 

“Yassıada’daki mahkeme, askerin rolünü ve eksik müdahalesini görmezden geliyor”

Bu davadaki iddianame ile dönemin bürokrasisinin pogromun tertiplenmesindeki rolü hakkında yeni bilgiler edinmek mümkün oldu. Ama bu dava da ciddi bir sonuç doğurmadı.

Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve dönemin İzmir Valisi Kemal Hadımlı hakkında verilecek kararın Anayasayı ihlâl davası ile birleştirilmesine karar verilirken, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay ve Oktay Engin gibi isimler içinse beraat kararı verildi.

Gerekçeli kararı okuduğumuzda yaşananların sadece yağma ve mallara zarar gibi gösterildiği, cinayet ve ölümlere hiç değinilmediği, dönemin istihbarat örgütü MAH (Milli Emniyet Hizmetleri) ile Oktay Engin’in ilişkisinden ve onun dinamitleri yerleştirmesi fiilinden bahsedilmediği görüyoruz.

Elbette Yassıada’daki gerekçeli karar kolektif şiddetin seyrinde askerin rolüne ve eksik müdahalesine de hiç değinmez. 

“Geçmişteki utançların konuşulması ‘kaba’ ve ‘yaralayıcı’ olarak niteleniyor”

6-7 Eylül ile bir türlü yüzleşemediğimizi söylerken geçen yıl HDP milletvekili Garo Paylan’ın Meclise verdiği araştırma önergesini de hatırlamak lazım:

"6-7 Eylül Pogromu; İstanbul ve İzmir başta olmak üzere birçok yerde, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin ve diğer Hristiyanların mallarının yağmalanmasını, kadınlara tecavüz edilmesi, din adamlarının darp edilmesi, mezarlıkların talanı ve cinayetlerin işlenmesiyle Türkiye’nin utanç tarihine yazılmıştır.

...
Bu Pogrom’un failleri Cumhuriyet tarihindeki pek çok menfi olay gibi ceza almamışlardır.

...
6-7 Eylül 1955’te yaşanan Pogrom’un faillerinin ortaya çıkarılması, yaşanan can ve mal kayıplarının tespit edilmesi, mağdur olan kişilerin ve/veya ailelerinin maddi ve manevi kayıplarının tazmin edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişle yüzleşme adına atacağı önemli bir adım olacaktır.

...
Bu sebeple bir Meclis Araştırması açılmasını talep ediyoruz"

Paylan’ın önergesinde yer alan bunun gibi cümleler TBMM başkanı Binali Yıldırım tarafından kaba ve yaralayıcı bulundu ve bu mazeret ile önerge işleme konmadı. 

“Ermeni Soykırımı’ndan Roboski’ye kadar yüzleşmemiz gereken uzun bir liste var”

Lütfen dönün bakın, nesi kaba bu cümlelerin?

Sabri Yirmibeşoğlu gibi organizatörlere kendi yaptıklarından övgü duyarak bahsetmeleri serbest, ama iş meclis araştırma önergesi gibi makul bir öneriye gelince geçmişteki utançların konuşulması “kaba” ve “yaralayıcı” olarak niteleniyor.

Ortak kitabımızda inkârda ortaklaşmak kavramını ortaya attık. Bu kavramı esas olarak 1915’e dair bilginin devlet aklı tarafından nasıl regüle edildiğini ve devlet ile toplumun nasıl inkâr ortak paydasında buluştuklarını anlatmak için kullanıyoruz. Ama elbette inkârda ortaklaşma 6-7 Eylül bahsinde de karşımıza çıkıyor.

Toplum olarak yüzleşmemiz gereken şeylere dair “Ermeni Soykırımı”ndan Roboski’ye uzanan uzun bir liste var elimizde.

Ve elbette 6-7 Eylül Pogromu da bu listede önemli bir yer tutuyor.

- İstanbul’daki olayların başlamasında öne çıkan gazete manşetini göz önüne alırsak, geçmişten günümüze çeşitli çevrelerin medyanın kamu algısının şekillenmesindeki rolünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanması hakkında neler söylemek istersiniz? 

Her şeyden önce 1950’lerin ortamı soğuk savaş ortamı.

Ana akım gazetelerde istihbarat birimlerine yakın gazetecilerin olduğunu biliyoruz. Hürriyet, Yeni Sabah gibi gazeteler kitlede bir Kıbrıs Türkleri duyarlılığı yaratmayı önemsiyorlar.

Tek parti döneminin son Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak “Kıbrıs sorunu diye bir şey yoktur, çünkü ada Britanya'nın egemenliği ve yönetimi altında” diyordu.

DP döneminin başında da bu tavrı değişmedi. 

Dolayısıyla resmi tutum böyleyken kitleyi Kıbrıs konusunda ajite etmek basının üstlendiği bir roldü.

Bir yandan Patrikhane’nin ekümenik konumu reddediliyor, diğer yandan Patrik Athenagoras sessiz kalarak Rum lider Makarios’u desteklemekle suçlanıyordu.

Gazetelerin kendi çıkarları nerdedir bu resimde?

Muhtemelen Hürriyet milliyetçi rüzgârların tiraja destek sunmasından memnundur. Ama 6 Eylül gününü İstanbul Ekspres’in ilave baskılarını bu tür bir ticari çıkar kaygısı çerçevesinde görmemek gerek.

Kâğıt kıtlığı döneminde yaklaşık 30 bin tirajlı gazetenin ilave baskılarla 200 binden fazla basılması doğrudan bir istihbarat operasyonu.

- Sizce medya, içine düşürüldüğü bu karanlık durumdan nasıl kurtulur? 

Eleştirel akademisyenler olarak yıllarca ana akım medyayı eleştirdik. Haklıydık da, çünkü ana akım medyanın sorunları normal gösterme, büyük dertleri kitlelere yansıtmama, cinsiyetçi söylemleri yeniden üretme gibi özellikleri söz konusu.

Ama Türkiye medya özgürlükleri bakımından öyle bir dönemden geçiyor ki… Bu dönemin temel özelliği ortada bir ana akım medyanın kalmamış olmasıdır.

Evet, alternatif mecralar güçleniyor, bu elbette olumlu bir gelişme, ama ana akımın gücünü yadsımak olmaz.

Ben derslerimde Türkiye’nin otoriterleşme sürecini özetlerken öğrencilerime, “Düşünün arkadaşlar, merkez-sağ perspektiften bakan köşe yazarları bile Hürriyet’te yazmaya devam edemediler” diyorum.

Durum bu şekilde özetlenebilir sanırım. 

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!