Mustafa Armağan / Yeni Akit
514 yıl önceki İstanbul depremi
“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Mehmed Akif “Tarih tekerrürden ibarettir” sözüne böyle isyan etmiş. “Tekerrür”, yani tekrarlanma, yeniden yaşanma.
6 Şubatta asrın en dehşetengiz depremiyle sarsıldıktan sonra yaralarımızı hızla sararken dikkatlerimiz bir yandan da “olası” Marmara ve İstanbul depremlerine kaymak zorunda. Milyonlarca insanı ve elbette ekonomiyi, sosyolojiyi, psikolojiyi… derinden sarsacak 7’nin üzerindeki bir depremin yol açacağı tahribatın yaralarını sarmak besbelli çok daha zor olacak.
Bunu uzmanlar tartışadursun, ben deprem tarihimize dönmek istiyorum. Çünkü TV kanallarında jeolog ve jeofizikçileri dinlerken öğrendik ki, elimizde deprem tarihinden daha kesin bir malzeme mevcut değil. Yer kabuğunun arıza tarihi önümüzü aydınlatacak malzemeyle dolu çünkü.
Geçen hafta 1509’da kaynakların “Kıyamet-i suğrâ”, yani “Küçük kıyamet” dediği büyüklüğü 7’nin epey üstünde ve artçılarıyla birkaç ay süren korkunç depremin ardından İstanbul’da bir şûra toplandığını, dahası, İstanbul’u nasıl yeniden imar edeceklerine dair kararlar aldıklarını talebesi olmakla iftihar ettiğim merhum Turgut Cansever’e istinaden yazmıştım.
Bugün bu ilginç bilgiyi ve bundan 514 yıl önce vuku bulan İstanbul depremini ilk kaynaklara inerek anlatmak istiyorum ki, “olası” geleceğimize ışık tutsun. Tarih tekerrür etmesin.
Not: Aşağıdaki bilgileri, Orhan Sakin’in Tarihsel Kaynaklarıyla İstanbul Depremleri (Kitabevi, 2002) adlı kitabından derledim.
Küçük Kıyamet
İstanbul’un fethinin üzerinden tam 56 yıl geçmiştir. Tahtta, İstanbul fatihinin oğlu Sultan Bayezid oturmakta olup 3 yıl sonra yerini küçük oğlu Şehzade Selim’e bırakacaktır. Yaşlı padişah bir cihan devletinin başında ona layık olacak güzellikleri inşa etmekle meşguldür. İstanbul, Edirne ve Amasya’ya inci gibi birer külliye yaptırmıştır ki, her biri özel bir sanat eseridir.
Miladî takvimle 10 Eylül 1509’da yatsı namazı ile gece yarısından önceki bir zamanda meydana gelen korkunç depremde İstanbul surları dahil birçok cami, minare ve ev, şehir kapısı, kule yıkılmış ve artçı sarsıntılar -son depremde olduğu gibi- iki ay kadar devam etmiş, Sultan başkenti terk ederek Edirne’ye gitmiş ama hikmet-i Hüda gittiği gün orada da depreme yakalanmıştır (25 Ekim 1509). Bunun artçı bir deprem mi yoksa Elbistan depremi gibi ikinci bir deprem mi olduğu hususu karanlıktadır. 16 Kasım’da ise başkentte aynı büyüklükte bir sarsıntı daha hissedilmiştir.
Edirne ve Çorlu’da İstanbul’daki kadar olmasa bile yıkımlara sebep olan ikinci depremi bir kenara bırakırsak 10 Eylül depreminin payitahtta yol açtığı tahribat şöyle özetlenebilir (henüz Süleymaniye, Sultanahmet ve Yenicami gibi görkemli selatin camilerinin inşa edilmediği bir dönemde bulunduğumuzu unutmayalım):
Kara ve deniz surlarının bir kısmı viran olmuştur.
Fatih Camii’nin 4 sütununun başı yarılmış, demir kirişler ayrılmış veya eğilmiş, ana kubbenin sıvaları dökülmüştür.
Yine eski Fatih Camii’nin çevresindeki imaret ve hastanenin bir kısmı ile içlerinde bulunan mescidlerin kubbeleri yere inmiştir.
Fatih külliyesindeki Zamiri Medresesi de viran olan yapılardandır.
Fatih’teki Karaman semti pazarının dükkânları yıkılmıştır.
Beyazıt Camii’nin kubbesi paramparça olmuş, bir minaresi ile külliyedeki çeşitli binaların kubbeleri yıkılmıştır.
Ayrıca Hadım Ali Paşa Camii’nin kapısı yarılmış, At Meydanında eski Hipodrom’dan kalma altı adet sütun devrilmiş, bir de mescid yıkılmıştır.
1900 yıldır ayakta duran sur kapılarından İsakapısı çatlayıp yere inmiştir.
Deprem Davutpaşa Camii’nin minaresini eğmiş, iki kemer ve kubbesini helak etmiştir.
Bunlar kamu binalarındaki tahribat. Peki ya sivil halkın yaşadıkları?
Onları da şöyle özetleyebiliriz:
109 mescid ile 1070 evin yıkıldığını Edirneli Ruhî’den Gelibolulu Mustafa Âli’ye kadar birçok kaynak zikrediyor. Yavuz Sultan Selim devri ulemasından Şeyhülislam Kemalpaşazade’ye kulak verirsek “Bütün yıkılub harab olan evler ve mescidler üç binden ziyade idi” der. O tarihlerde İstanbul’da 15 bin hane mevcut bulunduğu tahmin edildiğine göre başkentin konut stokunun beşte biri yok olmuş demektir. (Günümüzdeki sayılarla mukayese edince depremin dehşeti daha iyi anlaşılır.) Gelibolulu Mustafa Âli ise şehirdeki ölü sayısını 5 bin olarak verir.
Deprem Şurâsı
Anlatılanlar arasında inşaat ustalarıyla bir şurâ düzenlendiği, şurâda alınan kararlar doğrultusunda Anadolu ve Rumeli’den 66 bin amelenin toplandığı, 3 bin kadar usta ile bir o kadar müsellem ve 8 bin yaya askeri olmak üzere depremin yaralarını sarmak için tam 80 bin kişinin istihdam edildiğini dikkat çeker. Buna göre 29 Mart 1510’da başlanan yeniden inşa seferberliği o kadar seri olmuştur ki, sadece 64 gün sürmüş, İstanbul sur içi, Galata, Kızkulesi, Rumeli ve Anadolu hisarları, Silivri kalesi ile Karadeniz Boğazı girişindeki Yoros kalesi, bu arada hükümdara ait emlak ve mahzenler tamir edilmiştir.
Bu kadar kısa süre içinde bu organizasyonu yapmak başlı başına bir başarıdır. Bugün de 50 bin küsur binayı yıkan depremin etkisinin bir yıl içerisinde sıcağı sıcağına izale edilecek olması toplum psikolojisi ve halkın devletine güven duyması bakımlarından önemlidir.
Peki ya Şûrâ? dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Haniwaldanus Kroniği’ne göre Sultan Bayezid’in yer sarsıntıları bir ölçüde dinince tanınmış astronom ve tabiat (fen) alimlerini toplayarak yerin böyle hareket etmesinin gizli sebeplerini ve bunun manasını sormuştur ki, ilginçtir.
Solakzade Tarihi ise Padişahın bir “ayak divanı” ferman eylediğini, bütün vezir vüzerayı Divan-ı Hümayunda topladığını, onlara bağırdığını, ardından tamirat için müşavere olunduğunu, bunun üzerine başlatılan çalışmalarla depremin yıktıklarının sadece 64 günde ayağa kaldırıldığını yazar. Hasan Can’ın tarihçi oğlu Hoca Sadeddin Efendi “müddet-i yesirede evvelkinden ahsen ve ittikan oldu” der, yani kısa sürede öncekinden daha sağlam ve güzel bir şehir yeniden kuruldu”.
Şimdi de böyle yapılması dileğiyle.
Sultan III. Mustafa’nın kederi
Bugünkü Fatih Camii orijinal olmayıp 1766 depreminden sonra Sultan III. Mustafa tarafından neredeyse tamamen yeni baştan yaptırılmıştır. Sultan Mustafa zaman zaman kederlenir, “Üç cami yaptırdım, üçüne de ismimi koymak nasip olmadı. Birini su, birini bir mecnun, diğerini de atam aldı” dermiş. Padişahın “Su” dediği Ayazma Camii, “Mecnun” dediği Laleli Camii’ne ismini veren Laleli Baba’dır, “atam” dediği ise Fatih Sultan Mehmed’dir ki yıkılan Fatih Camii’ni yeniden denilecek kadar kökten yaptırdığını söylemek istemektedir.