HAKSÖZ-HABER
Suudi Arabistan'dan peş peşe Türkiye ile ilişkilerde normalleşme sinyalleri geliyor.
G20 zirvesi öncesi 21 Kasım’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Kral Selman arasında gerçekleştirilen telefon görüşmesini müteakip birçok Suudi yetkili ağızdan normalleşme beyanları duyuldu. Bu çerçevede Suudi yetkililer Türkiye mallarına yönelik herhangi bir resmi boykot kararının söz konusu olmadığını iddia ederek gayr-ı resmi anlamda bunun yaşanmış olabileceğini ama düzeltileceğini de vaad etti.
Suudi Arabistan – Türkiye ilişkilerinde yaşanan sorunlar tam olarak nereden kaynaklanıyor? 21 Kasım’daki görüşme sonrasında oluşan iyimser atmosfer sürecek mi? İkili ilişkilerde yumuşamanın hangi alanlarda gerçekleşmesi bekleniyor; mesela Türkiye mallarına yönelik sürmekte olan boykot sonlanacak mı? Normalleşme sinyalleri yorumlanırken birçok analist ABD’deki seçimler ve bu bağlamda Joe Biden faktörünü öne çıkardı. ABD’de başkanın değişmesi genel anlamda Suudi Arabistan’ın Ortadoğu politikası üzerinde ve daha özelde ise Türkiye ile ilişkilerinde değişimi zorlayacak çapta bir etki oluşturur mu?
Bu ve benzeri sorular çerçevesinde Suudi Arabistan – Türkiye hattında yaşanan gelişmeleri Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Taha Kılınç, Milat Gazetesi Yazarı Mehmet Beyhan ve Haksöz Dergisi Yazarı Oktay Altın ile konuştuk.
Konuyla alakalı hazırladığımız 4 soruda Suudi Arabistan – Türkiye ilişkilerindeki normalleşme sinyallerini Haksöz-Haber okuyucuları için değerlendirme nezaketinde bulunan değerli katılımcılarımıza teşekkür ediyor, soruşturma sorularımızı ve verdikleri cevapları karşılaştırmalı olarak aşağıda ilginize sunuyoruz:
-21 Kasım’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Kral Selman’ın telefon görüşmesinin ardından Suudi Arabistan'dan peş peşe Türkiye ile ilişkilerde normalleşme sinyalleri geliyor. Bu durumu değerlendirmeden önce iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunlar tam olarak hangi alanlarda beliriyor, neden kaynaklanıyordu?
TAHA KILINÇ: Normalde Türkiye ile Suudi Arabistan arasında -ideolojik bütün farklılıklara rağmen- sürekli yakın bir alaka mevcuttu. Siyasi ve ekonomik ilişkiler üst düzeydeydi. Ancak 2013’te Mısır’da Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’nın askerî dar
MEHMET BEYHAN: Türkiye ile Suudi Arabistan ilişkilerine değinmeden önce üç hususun altını çizmek isterim. Birincisi, Türkiye’nin güney hudutlarından Umman Denizi’ne kadar uzanan coğrafya üzerinde bulunan ülkelerin belirgin özellikleri, İsrail hariç hepsinin Müslüman oluşudur. İkincisi, İran, Irak ve Körfez ülkelerinin hepsi zengin petrol rezervlerine sahiptirler. Üçüncüsü, Mısır ve İran hariç İsrail’in üzerinde kurulduğu Filistin toprakları dâhil olmak üzere bütün bu ülkeler, 1
Bilindiği gibi bugün adına ‘’Ortadoğu’’ dedikleri coğrafya, İtilaf Devletlerinin Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında verdiği kararlardan doğdu. Alınan bu kararların neden ve nasıl, hangi umut ve korkuların, sevgi ve nefretin sonucunda alındığı bugün Müslüman ülkelerin içinde bulunduğu durum göstermektedir. Bugün Müslümanlar topyekûn acı çekmektedir!
Bu kısa değerlendirmeden sonra sorunuza dönecek olursak; Türk-Suudi ilişkileri üç etkenin tesiri altında geliştiğini düşünüyorum.
Birinci etken psikolojiktir: Suudi kökenli bazı yazarlardan şöyle yazdıklarını okumuştum: ‘’ Arap halkları din, dil, edebiyat gibi güçlü kültür ortaklığına rağmen bir millet olarak uluslararası topluma katılamayışlarının nedenini 16’ıncı yüzyıldan 20’nci yüzyılın başlarına kadar Osmanlı hâkimiyeti altında yaşamalarına’’ bağlamaktadırlar. Bu tespitin doğruluğu yanlışlığı ayrı bir tartışma konusudur ancak genel olarak böyle bir eleştirilerinin olduğunu söyleyebilirim. Bu algı iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan sorun alanlarından biridir.
İkinci etken İsrail’dir: Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin manda yönetimine terk edilen Filistin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 29 Kasım 1947 tarihinde aldığı bir kararla Araplarla Yahudileri bölmüştü. Türkiye bu oylamada bölünmenin aleyhinde oy kullanmış ama İngiltere 14 Mayıs 1948 tarihinde Filistin’i terk etmişti. Akabinde kurulan İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke ne yazık ki, Türkiye olmuştu. Bir öz eleştiri olarak söylüyorum; 28 Mart 1949’da İsrail’in tanınması Osmanlının ardılı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi bir hatasıydı. Üstelik bu tarihten sonra Türk-İsrail ilişkileri hep inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir.
Türkiye, geçmişte İsrail’le ilişki geliştirmenin yıkıcı sonuçlarını tecrübe etti ve son yıllarda bundan vazgeçtiği anlaşılmaktadır. Ne yazık ki, şimdi de Suudi Arabistan ile BAE benzer bir hatayı yapmaktadır. İsrail medyasını yakından takip eden biri olarak şunu çok net söyleyebilirim; İsrail sürekli olarak Arapları Türkiye ile korkutmaktadır. Ayrıca uzun bir zamandan beri İsrail, Türk-Arap çatışması üzerinde çalıştığını da belirtmeliyim. Dolaysıyla İsrail faktörü Türk-Suudi ilişkilerini bozan ikinci sorun alanıdır.
Üçüncü etken harici güçlerdir: Genelde ‘’Ortadoğu’nun’’ özelde Suudi Arabistan üzerinde emperyal güçlerin etkisi olduğunu unutmamak lazım. Harici güçlerin Suudi’nin üzerinde etkili olmak isteyişlerinin yegâne sebebi zengin petrol rezervleridir. Dünya enerji ihtiyacının büyük bir kısmı petrol ve doğalgazla karşılandığı sürece bu kaynakların kontrolü üzerindeki mücadele sürecektir. Bölgenin merkezinde bulunan Türkiye ister istemez bu mücadelenin içinde kendisini bulmaktadır. Türkiye, bölgede barış ve istikrar istiyor ama harici güçler, sayısız entrikalar, darbeler, bloklaşmalar ile kaos istemektedir. Türk-Suudi ilişkilerini bozan üçüncüsü de harici güçlerdir.
-21 Kasım’daki görüşme sonrasında yaşanan olumlu havanın süreceğini düşünüyor musunuz? İkili ilişkilerde yumuşamanın hangi alanlarda gerçekleşmesi bekleniyor?
TAHA KILINÇ: Geçtiğimiz hafta birden bire şahit olduğumuz “olumlu” dönüşüm sinyallerinin, ABD’deki başkanlık seçimlerinden bağımsız olmadığını düşünüyorum. ABD Başkanı Donald Trump, 2017’den beri Ortadoğu ve Körfez’deki alışılmış statükoyu tamamen darmadağın etti. Amerikan başkanlarının geleneksel politikalarını büyük ölçüde terk ederek, bölgeye karşı yepyeni ve sürprizlerle dolu bir yaklaşım geliştirdi. BAE, Mısır ve Suudi Arabistan da bu başı boşluktan yararlanarak kafalarına göre at koşturmaya başladılar. Bir örnekle açıklamam gerekirse: Washington’da Trump’tan başka bir başkan oturuyor olsaydı, Cemal Kaşıkçı İstanbul’da öldürülemezdi. Başka birçok örnek vermek de mümkündür. Şimdi, Demokrat Joe Biden’ın seçilmesiyle birlikte, Körfez diktatörlükleri de ister istemez pozisyonlarını değiştirmek ve yeni sürece göre kendilerini ayarlamak zorundalar.
MEHMET BEYHAN: Sorunuza cevap vermeden önce uluslararası ilişkilerde temel bir kavram olan ‘’çatışma’’ kavramını kısaca hatırlatmakta fayda vardır. Çatışma; iki veya daha fazla devletin birbirleri ile uyumlu olmayan amaçları ve çıkarları olduğunu düşündüklerinde ortaya çıkar.
Bu bağlamda Türk-Suudi ilişkilerinin bozulmasına neden olan çıkarlarına zarar veren somut bir gelişme olmuş muydu? Ben söyleyeyim, hayır olmadı. İki ülke ilişkilerini bozan temel neden biraz önce de belirttiğim gibi, İsrail’in uzun bir zamandan beri üzerinde çalıştığı ‘’Türk-Arap çatışması’’ planın bir parçasıydı.
Türkiye, ilkesel olarak tüm darbelere karşı olduğu gibi, Mısır’daki Sisi darbesine de karşı çıkmıştır. Ancak İsrail, Türkiye’nin son derece meşru ve haklı tavrını Arap rejimlerine yönelmiş bir tehdit gibi sundu.
Sorunuza dönecek olursak, Türkiye ile Suudi Arabistan ilişkilerinin iyi olmasını arzu ederiz ancak bunun devam edip etmeyeceği ABD’de seçilen Demokratların İran ile olan tavrına bağlı olacağını düşünüyorum.
Eğer Joe Biden yönetimi tekrar İran’la Nükleer müzakereleri başlatmak isterse, Suudi Arabistan İran’a karşı bir güç dengesi oluşturmak için Türkiye’ye yanaşacağını düşünüyorum. Eğer Suudi Arabistan Türkiye’nin ayağına dolanmazsa yumuşama her alanda olacaktır.
OKTAY ALTIN: Suudi Arabistan’ın bölge ülkeleriyle ilişkilerinde esneklikten ziyade katılık ve tek yönlülük hâkim olup olumludan olumsuza ya da tersine hızlı geçişler görülebilir. Ekonomik gücünü kullanarak muhatap ülkenin iradesini ipotek altına alma refleksi mevcuttur. Küçük itirazlara bile sert tepkiler verir. Komşu ülkelerle ilişkileri inişli çıkışlıdır. Bu yüzden Türkiye ile ilişkilerinde de hızlı değişimlerin yaşanması çok da şaşırtıcı değildir.
Türkiye-Suud politikalarının çatıştığı en belirgin alanlardan biri Mısır’dır. Riyad, Abudabi ile meşru Muhammed Mursi hükümetinin yıkılması, askeri darbenin başarısı ve idamesi için her türlü desteği sağlarken Ankara, darbe karşıtı en net pozisyon alan ülke idi. Ankara İhvan’a kapılarını açarken, Riyad İhvan’ı terör örgütleri listesine eklemiştir.
BAE, Suudi Arabistan, Mısır ve Bahreyn tarafından Katar’a uygulanan ekonomik ambargonun Türkiye’nin de çabalarıyla işlevsiz kılınması, ambargonun aktörleri tarafından kendilerine yönelik düşmanca tutum olarak sunulmuş ve hemen her konuda Türkiye karşıtı tutum sergilemeye başlamışlardır.
Suudi yetkililerce Kaşıkçı’nın Türkiye topraklarında hunharca katledilmesi ise iki ülkeyi doğrudan karşı karşıya getirmiştir. Türkiye’nin üzerini örtmeyip meseleyi uluslararası arenaya taşıması, Suudilerin Türkiye karşıtı tutumlarını pekiştirmiştir.
Türkiye’nin “one minute” ve Mavi Marmara’yla Filistin sorununa doğrudan taraf olması Arap kamuoyunun takdirini beraberinde getirmekle birlikte Arap yönetimlerini endişelendirmektedir. Filistin sorununu Arap sorunu olarak gören ulusalcı yönetimlere tarihî misyonunu bir kenara bırakarak Suudi Arabistan da katılmış gözükmektedir. İran ve Neo-Osmanlıcı Türkiye tehlikesi bahanesiyle BAE ve Bahreyn’in onayladığı İsrail’le normalleşme politikalarını resmen olmasa da fiilen Suudi Arabistan da onaylamakta ve Filistin halkı ve özerk yönetimine rağmen İsrail’le ilişkileri geliştirmektedir. Türkiye’nin açık destek verdiği Hamas ise İhvan gibi şeytanlaştırılarak terör örgütü gibi lanse edilmektedir.
Yemen müdahalesine Türkiye’nin askeri destek vermemesi, Suriye örneğinde olduğu gibi İran’la bir taraftan çatışırken diğer taraftan ilişkilerini sürdürmesi, Libya’da darbeci Hafter karşısında meşru hükümetten yana taraf olması, yine Türkiye’nin uzun yıllardır sırtını döndüğü İslam coğrafyasına tekrar dönmesi; Afrika’da, Arap kamuoyunda artan etkisi vb. birçok sebep, kendini İslam dünyasının özellikle de Sünni dünyanın lideri gibi gören Suudi Arabistan’ı rahatsız etmektedir. Uzun zamandır ABD eksenli devam eden Suud dış politikası veliaht Muhammed b. Selman’ın fiili yönetiminde daha agresif ve keskin şekle dönüşmüştür. ABD ve Batı’nın Türkiye’ye yönelik eleştirel politikaları, Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin Türkiye karşıtı politikalarını cesaretlendirmiş, ABD ve Batı nezdinde konumlarını pekiştirmiştir.
-Suudi yetkililer Türkiye mallarına boykotun uygulandığını inkar ediyor, resmi olarak bir boykotun söz konusu olmadığını belirtiyor. Gayri resmi de olsa eşitli ürünlere yönelik devam etmekte olan boykotun biteceği söylenebilir mi?
TAHA KILINÇ: Suudi Arabistan gibi bir ülkede, yönetim kademelerinden tamamen bağımsız, “sivil” ve “gayr-ı resmi” bir boykotun mümkün olabileceğine inanmıyorum. Yukarıdan işaret gelmese, bu boykot kampanyaları gerçekleşmezdi. Onlarca firma, milyonlarca dolar zarara uğradı boykot nedeniyle. Türkiye’yle yapılmış anlaşmalar bozuldu, siparişler iptal edildi, cezalar söz konusu oldu. Mallar gümrüklerde kaldı. Bütün dünyanın pandeminin pençesinde kıvrandığı şu zamanda, Suudi Arabistanlı ticaret ehlinin, durup dururken Türkiye’yle ticarî ilişkileri kesebilmeleri imkânsız. Dahası, eğer kendilerine yukarıdan bir baskı veya işaret gelmemiş olsa, boykotu başlatmaları da mümkün değil. Suudi Arabistan’da, devlet her alanı sıkı sıkıya kontrol ediyor çünkü.
MEHMET BEYHAN: Evet, resmi olarak Türk ürünlerine karşı bir boykot ilan edilmedi ama fili olarak bir boykot var mı? Evet var. Suudi Arabistan’ın elinde ekonomik anlamda boykot kartı var ama Türkiye’nin de elinde Cemal Kaşıkçı kartı var. Demokratlar iktidarı devraldıktan sonra, uluslararası ilişkilerin rekabet, gerilim ve işbirliği üçgeninde kartlar yeniden açılacak. İşte o zaman herkes yeni duruma göre pozisyon alacak. Boykotun devam edip etmeyeceğini kartların nasıl ele alındığına göre belli olacağını düşünüyorum.
-Son olarak ilişkilerdeki yumuşama sinyalinin yorumlanmasında ABD’deki seçimler ve bu bağlamda Joe Biden faktörü öne çıkarıldı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? ABD’de başkanın değişmesi genel anlamda Suudi Arabistan’ın Ortadoğu politikası üzerinde ve daha özelde ise Türkiye ile ilişkilerinde değişimi zorlayacak çapta bir etki oluşturur mu?
TAHA KILINÇ: Amerikan başkanları, kendi ideolojileri ve dünya görüşleri çerçevesinde, belli politikaları takip ederler. Demokratlar veya Cumhuriyetçiler, hiç fark etmezler. İsrail’le ilişkiler başta olmak üzere, çerçeve bellidir, onun dışına çıkılmaz. Donald Trump, bu anlamda “sıra dışı” bir başkanlık dönemi icra etti. Amerikan devletinin alışılmış bütün reflekslerinin dışında, beklenmedik ve öngörülemez icraatlara imza attı. Biden’ın Beyaz Saray’ın dümenine geçişi, Amerikan politikalarını yeniden “öngörülebilir” hale getirecektir. Bu da, ona karşı daha rahat politikalar üretme imkânını sağlayacağından, her halükârda Trump’ın yönetim tarzından iyidir diye düşünüyorum. Nerde ne yapacağı belli olmayan dengesiz birine karşı, tedbir de alamazsınız çünkü.
MEHMET BEYHAN: ABD’de Başkanların değişmesinde ‘’Ortadoğu’’ politikasında büyük değişimlerin olacağını beklemiyorum. Çünkü ABD dış politikası genelde kurumlar üzerinde yürür. Başkanların elbette sınırlı bir etkisi vardır ama ABD’nin temel dış politikasının değiştiği pek görülmemiştir.
Sorunuzun Türkiye kısmına gelince; bugün Türk-Amerikan ilişkilerinin sağlıklı bir değerlendirmesini yapabilmek için geçmişi ana hatlarıyla hatırlamakta yarar vardır. Hatırlanacağı gibi İkinci Dünya Savaşından hemen sonra Sovyetler Birliği Doğu Anadolu’da toprak, Türk Boğazlarında da askeri üs talep etmişti. Sovyetlerin bu talebi Türkiye’nin güvenlik endişelerini artırmıştı.
Sovyet tehdidi karşısında yalnız kalan Türkiye ile ABD’nin güvenlik ihtiyaçları bir noktada kesişti ve 1947 yılı ortalarından itibaren önce Truman Doktrini, akabinde Marshall Plânı kapsamında ekonomik ve askeri yardım almıştı. İki ülke arasında gelişen bu ilişki Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesi ile daha kapsamlı bir hal almıştı.
Görüldüğü gibi İkinci Dünya Savaşından sonra, Türk-Amerikan ilişkileri güvenlik eksenli başlamış. Ancak iki ülke arasında olması gereken standart ilişkilerin dışına taşarak sadece ABD’nin güvenlik endişelerini dikkate alan bir şekil almıştı. Kısaca özetlemek gerekirse; Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihi, siyasi entrikaların, darbelerin, terörün, iç çatışmaların tarihidir diyebiliriz.
Türkiye mevcut pozisyonunu muhafaza ettiği sürece, ABD Başkanın değişmesiyle Türk-ABD ilişkileri kısa vadede değişmez ama uzun vadede iki ülke arasında olması gereken bir şekilde değişebileceğini düşünüyorum. ABD’li stratejistler: ‘’Türkiye jeopolitik mihver bir ülkedir’’ derler. Bu da gösteriyor ki, gelişen Çin ve güçlenen Rusya karşısında Türkiye, hâlâ vazgeçemeyecekleri bir ülkedir.
Sorunuza net cevap vermek gerekirse; Türkiye, ABD başkanlarının değişmesiyle bir değişim beklememelidir. Türkiye, ABD’nin tavrını değiştirmesini söylemleriyle değil, eylemleriyle dayatmalıdır.
Nasıl mı? Kendi içinde saflarını sıklaştırarak, ekonomisini geliştirerek, savunma sanayisini milli imkânlarla daha da güçlendirerek, bilim ve teknolojiye odaklanarak ve en önemlisi barış ve adalet temelinde düşünce üreterek değişimi zorlamalıdır. Rakibimizin bize karşı tavrını değiştirmesini bekliyorsak, önce biz kendimizi değiştirmeliyiz diye düşünüyorum.
İlginize teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.
OKTAY ALTIN: Azalan petrol fiyatları, Yemen savaşının maliyeti ve salgın dolayısıyla hac ve umrelerin iptali Suudi Arabistan ekonomisini ciddi şekilde olumsuz etkilemiş ve halkın alım gücünü düşürmüştür. Türkiye malları Arabistan pazarında Batı standartlarına yaklaşan kalitesi ve ucuz maliyetiyle ciddi talep toplamaktadır. Bu açıdan Türkiye’den ithal edilen ürünlere kısa vadede alternatif bulunması kolay olmayacak ve kendileri de zarar görecektir.
Yemen savaşındaki insan hakları ihlalleri nedeniyle yapılan eleştirilerin Trump sonrası daha da artması ve lokal yaptırımlara dönüşmesi ihtimali mevcuttur. Biden ve ekibinin İran’la müzakerelere döneceklerini ve Kaşıkçı cinayetinin bedelini ödeteceklerini ibraz etmiş olması, Suudi Arabistan’ın Trump dönemindeki konforunu bozmaktadır.
İranlı nükleer bilimcisi Muhsin Fahrizade’nin öldürülmesi örneğinde olduğu gibi İran, verdiği kayıpları doğrudan ne ABD ne de İsrail’e ödetebilecektir. Bunun yerine Husiler gibi vekilleri aracılığıyla ABD’ye müzahir Suudi Arabistan vb. ülkelere bedel ödetmeye kalkacaktır.
Suudi Arabistan gerek Mekke ve Medine gibi kutsal mekânlara sahip olması gerekse nüfusu ve coğrafyası ve de iç dengeleri ile uzun süre BAE gibi başına buyruk dış politika yürütme lüksüne sahip değildir. Nitekim genç veliahdın kalkıştığı macera şu ana kadar olumlu hiçbir sonuca ulaşmamış, işleri daha da karışık hale getirmekten başka bir işe de yaramamıştır. Dolayısıyla agresif politikalarını uzun süre sürdürmesi beklenmemelidir. İç dengelerin oturmasıyla Türkiye politikalarında BAE etkisinden uzaklaşması ve daha makul çizgiye gelmesi mümkündür.
İzmir depremi dolayısıyla gündeme getirilen yardım, G-20 zirvesinde Suud Dışişleri Bakanının Türkiye ile harika ilişkilere sahip olduklarını ve gerçeğin hilafına Türk mallarına yönelik resmi bir boykotun olmadığını söylemesi yumuşama işaretleri olarak yorumlanabilir. Ancak her iki ülkenin coğrafyamızdaki dış politika perspektifleri birbiriyle uyuşmamaktadır. Türkiye gittikçe İsrail’den ve Batı’dan bağımsız politikalara yönelip coğrafyamızda halkın iradesine vurgu yaparken Suudi Arabistan, tersine İsrail’le ilişkilerini normalleştirmekte ve halka rağmen darbeci ve diktatörleri desteklemeyi sürdürmektedir. Bu nedenle ticari alanlarda yumuşama olsa bile kısa vadede Türkiye ve Suudi Arabistan ilişkilerinin birkaç yıl öncesine dönmesi mümkün gözükmemektedir.