31 Mayıs Gerici Ayaklanması

Yıldıray Oğur

“Modern demokrasi yalnız çoğunluğun hükmettiği bir rejim değil, aynı zamanda hukuk prensiplerinin her vatandaş için adaletle uygulandığı bir eşitlik rejimidir. Sadece çoğunluğa dayanan ve çoğunluğun arzularına göre yürütülen demokrasi, geçimsizliğe ve anarşiye yol açarak idareyi, neticede totaliter bir sisteme götürebilir. Bütün devirlerin tarihi, çoğunluğun bazen aldandığını gösteren acı ve ibret verici olaylarla doludur”

Radyodaki ses böyle diyordu. Dün değil, tam 46 yıl önce. Açık Radyo değil, Ankara Radyosu. Gezi’nin yıl dönümünde değil, 27 Mayıs’ın yıldönümünde. Konuşan da Çatı’nın cumhurbaşkanı adayı değil. Genelkurmay’dan Çankaya’ya atlamış 5. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay. Muhatabı Başbakan Erdoğan değil, Başbakan Demirel.

27 Mayıs’ın Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlanan yıldönümünde Sunay’ın bu sözleri Ankara’ya soğuk duş etkisi yapmıştı. Sözlerin hedefindeki isim seçimlerde sandıktan tek başına iktidar çıkması beklenen ve anayasayı değiştirme sinyali veren Adalet Partisi’nin lideri Başbakan Demirel’dir.

Sunay, çoğunluk diktatörlüğüne karşı mücadelesinde yalnız da değildir. Yaşar Kemal’in kurucusu olduğu sol entelektüellerin Ant Dergisi aynı tarihlerde şu kapakla çıkmıştır: AP’nin hedefi: Çoğunluk Diktası.

Ve diktatörlükle suçlanan, gençlerin, aydınların, askerlerin nefret objesi Başbakan Demirel’in cevabını Türkiye gazetesinin atası Hakikat gazetesinin ilk sayısından okuyalım:

“Azınlığı çoğunluğun üstüne çıkaran idare tarzı, bir zümrenin sultasıdır. Düşünceleri etrafında çoğunluğu toplayamayıp azınlıkta kalanların haklarına razı olmamaları kendileri dışındakilere tahammül edememeleri kendilerini çoğunluktan daha muteber saymaları Türk demokrasisinin işlemesine önemli engel teşkil etmiş, memleketin ağır bedeller ödemesine sebep olmuş tek parti zihniyetinin ta kendisidir… Türkiye’de kimse diktatör dikta ihtiyacı içinde değildir.”

Dejavu.

Bir yıldır kendinizi milat, yeni bir başlangıç, Y kuşağı diye yorup durdunuz.

Birinci yıldönümünde Gezi Ayaklanması, Türkiye’nin etrafında siyasetin oluştuğu fay hattının üzerinde meydana gelmiş,  bir kültürel sınıfla geniş halk kitleleri arasındaki demokrasi, meşruiyet, milli irade çatışmasının 2014 yılının teknolojik imkanlarıyla ortaya çıkmış başka bir versiyonundan başka bir şey değildir.

Bir yılın sonunda Gezi, Eski Türkiye’nin savcısı Nuh Mete Yüksel’i, 19. Yüzyıl pozitivizminin hayatta kalan son üyesi Emre Kongar’ı, Transilvanya Büyükelçisi Onur Öymen’i de heyecanlandırıp kitabını yazdırmış bir ayaklanmadır. Hem Sözcü’yü hem Radikal’i hem Aydınlık’ı hem Birikim’i aynı anda heyecanlandırması anlamak isteyene çok şey söylemektedir. Devrimi televizyonların göstermeyeceğini zannedenlerin devrimini CHP’nin Halk TV’si canlı yayınlamıştır.

Memleketin en büyük burjuvaları otellerinin lobby loungelarını, lüks mağazalarını devrimcilere tahsis etmiştir. Bu sadece Türk Solu’yla, Mustafa Kemal’in askerleriyle, ulusalcılarla yan yana düşmek meselesi değildir. Laikler (ve tabii bir istisna olarak tek işi Müslümanların jeeplerini tekmelemek olan antisi yanlış kelimenin önündeki bir safı bile doldurmayacak sayıdaki anti-kapitalist Müslümanlar) esas kavga kopunca yeniden tek sınıf haline gelmişlerdir. Bir Sur’a üflenmiş ve herkes yeniden atalarının dinine, altın buzağılarına, fabrika ayarlarına geri dönmüştür.

Son olarak eski Türkiye’nin derin devletinin son sürümü cemaatinde de koalisyona eklenmesiyle manzara netleşmiştir.

Türkiye gerici-ilerici dikotomisinden çok çekti. Ama bir kereliğine bunu bütün politik ekmeğini yıllardır bu kelimelerden çıkaranlara karşı kullanama hakkı olsun.

31 Mayıs 2013 Gezi Ayaklanması gerici bir ayaklanmadır.

Bir protestonun, tepkinin yüzde yüz haklı, ahlaken doğru bir nedenden ortaya çıkması, onun sonuçlarının siyaseten doğru, ilerici, demokrat olacağı anlamına gelmez.

Yıllardır başına “gerici” (ki kastedildiği gibi şeriatçı değil ama meşruiyet öncesi rejime dönülmesini istemek manasında öyledir de) sıfatını takarak bahsettiğiniz 31 Mart İsyanı’nı tetikleyen de muhalif gazeteci Hasan Fehmi’nin Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesi ve İttihatçı iktidarın katilleri bulma konusundaki gönülsüzlüğüne dönük haklı tepkiydi. Hukuk Fakültesi ve Mülkiye öğrencileri ile birleşerek Bab-ı Ali’nin kapısına dayanmış, önce cılız olan grup büyümüş, sayı 50 bine kadar varmıştı. Gençlerin tek bir isteği vardı: 1908’deki devrimin unutulduğunu düşündükleri sloganları: Özgürlük ve adalet.

Üzgünüm. Attığınız diktatörlüğe karşı özgürlük sloganları, polise okuduğunuz Camuslar, çaldığınız gitarlar, pianolar, kontrbaslar, kırmızı elbiseleriniz, duran adamlarınız, İngilizce tweetleriniz, orantısız mizahlarınız, profesyonel tasarımlarınız, televizyon yıldızlarınız sizi ilerici yapmaya yetmeyecek.

Tarihin Türkiye için kırılma anında, yanlış tarafta poz verdiniz.

Tarih, ayaklanmanızı 50 yıllık yarı askeri diktatörlük yıkılırken, 30 yıllık savaş bitirilirken, başörtülü kadınlara yönelik apartheid rejimi sona ererken, el konulmuş mallar iade edilirken, sivil bir anayasa için ilk kez masaya oturulmuşken, Türkiye dünya nimetlerinden eşit faydalanmak, Batı ile eşit ilişki kurmak için itiraz ederken  andıyla, törenleriyle, adetleriyle, ilkeleriyle Birinci Cumhuriyet parantezi kapanırken ortaya çıkmış bir isyan olarak yazacak.

Sadece bir cümle: Birinci Cumhuriyetin son direnişlerinden biri…

İlk üç günü, samimi arkadaşlar, sahiden demokratlar sizin için de üzgünüm.

Şimdiden, Birinci Cumhuriyet defteri kapanırken, 30 yıllık savaş biterken ne yaptın anne/baba diye soracak çocuklarınıza içki satış saatine, Başbakan’ın sert üslubuna kızıp barikatlar arkasından direndimden daha iyi bir cevap bulmaya çalışın derim…

TÜRKİYE GAZETESİ