31 Mart’tan Sonra (1)

BAHADIR KURBANOĞLU

Geldiğimiz nokta itibariyle, ülke olarak yaşadığımız sorunların üzerine 31 Mart yerel seçimlerinin yapacağı etki çeşitli senaryolar eşliğinde üzerinde düşünülmeyi ve tartışılmayı hak etmektedir. Yakın gelecekte global bazda yaşanacağı tahmin edilen ekonomik depremin bu senaryolara çarpan etkisi yapacağı da izahtan varestedir.

Görünür olan ve olmayan yönleriyle gerçekleşmesi muhtemel bu senaryoların ülke siyasetinde yapacağı muhtemel değişimlerin sorunlarımıza çare olup olmayacağı ise ilkinden daha fazla önem arzeder bir husustur. O halde iki hususu ayrı ayrı ele almak lüzumu ortaya çıkmaktadır. İlki, muhtemel gelişmeler ve alınabilecek tedbirler; ikincisi ise bununla bağlantılı olmakla birlikte, gelişmeler hangi minvalde ilerlerse ilerlesin esas temel noktayı oluşturan husustur. O da yaşadığımız sorunlara ve bunların çözümlerine hangi perspektiften ve paradigmadan bakılması gerektiğiyle ilgilidir. Çünkü asıl çözüm oradadır.

Buna geçmezden evvel, 31 Mart gecesinden itibaren, alınan sonuçlarla bağlantılı olmak kaydıyla tartışılması gereken noktalarla ilgili bir beyin fırtınası yapmaya çalışalım.

1) Yerel seçimde oy oranları az kayıpla korunduğu takdirde, siyasi süreçle alakalı halkın onayı ve güveninin devam ettiği inancı ve sürecin doğru yönetildiğine dair algı pekişecektir. Dolayısıyla yanlış giden hususların tashihi yönünde iktidarı zorlayabilecek -varsa- içerden çabalar ve muhtemel adımlar kadükleşebilecek, verili sistem başta olmak üzere özellikle 15 Temmuz’dan bu yana çeşitli alanlarda eleştirilegelen siyasetler sürdürülecektir. Bu da beraberinde, yaşanacak muhtemel ekonomik zorluklar ve global sistemdeki daralmanın ülkeye yapacağı olumsuz etkilere rağmen, 2023 takviminde ısrar edilmesini beraberinde getirecektir.

Bu sürecin bir takım sosyo-politik gelişmelere gebe olacağı açıktır. Bu noktada alınacak karar, ülkenin içinde bulunduğu zorluklara rağmen erken seçime gidilip gidilmeyeceği ile herşeye rağmen yönetmek arasında olacaktır. Yani aslında mesele, yasal bir hak olan ve halkın da desteğine dayalı olarak gerçekleşecek bu ısrar değil, bunun hangi vasatta gerçekleşeceğidir. Nitekim bu vasat, yaşanagelen ama tashihi ertelenecek olan sorunlara eklenecek global ve yerel ekonomik sıkıntılarla buluştuğunda yönetebilirlik kapasitesine etki edecektir.

Muhtemelen, Erdoğan’ın her şeye rağmen yönetmeyi sürdürmek isteyeceği bu dönemin mecburen dayanılacak muhtemel siyasal retoriği “sürekli dış/uluslararası saldırılara maruz kalmak” olacağı tahmin edilebilir. (İhtimallerden biri bu mottonun halk nezdinde itibar görebileceğidir. Lakin kuvvetle muhtemel olan, yaşanan özellikle ekonomik zorlukların artmasıyla birlikte, mottonun inandırıcılığını beklenmedik şekilde yitirebileceğidir. Tabii “maruz kalmak” ile siyasi tercihlerle (ekonomi yönetimi, güvenlik ve yargı alanlarındaki zihniyet ve sorunlar) birlikte “maruz kalmayı kolaylaştırmak” şeklindeki doğrusal ilişki farkedilemezse her geçen gün, dünü aratacaktır. Bu yıl ödenmesi gereken ciddi dış borç yükünün hangi kaynaklardan elde edileceği muammasının da orta yerde durduğunu ve bu denkleme etki edeceğini de eklemek gerek.

2) Yüksek oranlı bir oy düşüşü yaşanması halinde de gerçekleşebilecek muhtemel tablo, yukarıda sıraladığımız Başkan Erdoğan’ın yaslanacağı sebeplerden ötürü farklı olmayacaktır. Fark büyük ihtimalle parti içi dengeler ve siyasete katılacak yeni partilerle ilgili olacaktır.

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, Babacan ve Davutoğlu isimlerinin birlikte zikredildiği bir oluşumun yola çıktığı ve artık oy oranlarına dayalı olmaksızın mutlaka fiziki gerçekliğiyle sahaya çıkacağı anlaşılmıştır. Oy oranlarının ciddi biçimde düştüğü, yerel yöneticileriyle, emniyet-yargı bürokrasisiyle, medyasıyla iktidar partisinin ciddi eleştiriler aldığı ve halk açısından daha başat olmak kaydıyla global krizin yerele olan etkilerinin arttığı bir ortamda Babacan gibi ismin önemi izahtan varestedir. Liderlik kapasitesini tartışmak şimdilik kenarda dursun, lakin dünya ölçeğinde de merkezde yer alan ekonominin güvene ihtiyaç duyduğu bir iklimde Babacan isminin yabana atılamayacağı bir gerçekliktir. Bu durum dünya piyasalarının vereceği tepki açısından da hesap edilebilir olmalıdır.

Davutoğlu’yla birlikte gerçekleşen bu yeni oluşuma parti içinden katılımların da olacağı tahmin edilebilir. AK Parti’den on-on beş puan arası alabileceği düşünüldüğünde siyaset ve toplumda yeni beklenti çıtaları oluşacağı da izahtan varestedir.

Bu oluşumun, özellikle 15 Temmuz’dan bu yana izlenen siyasetlere eleştiri getirmenin ötesinde somut çözüm önerilerinde bulunacağı açıktır. Başkan Erdoğan gibi halk nezdinde popülaritesi yüksek, karizmatik liderliğe eleştiri getirmekten imtina edeceği, daha doğrusu siyasetinin merkezine bu polemiksel tutumu koymayacağı beklenebilir. Ki bu akıllıca bir siyaset olacaktır. Daha önemlisi, Başkan Erdoğan’ın görmesini bekledikleri sorunlara atıfla, çözüm önerilerini duyurmaya çalışmak ve belki hepsinden önemlisi Erdoğan’ı kuşatan çevresel etkilerden onu kurtarmaya çalışmak gibi bir siyasetin öncelikli olması beklenebilir.

Başkanlık sisteminin bugünkü marazlı haliyle tasarımlanmasından güvenlik politikalarındaki tarz ve üslup, yargı sistemi ve medyadaki yozlaşmalara kadar Erdoğan’ın belli çevrelerin etkisi altına girdiği şeklindeki yaygın kanaat hesaba katıldığında, özellikle özel görüşmelerle bu etkinin kırılabileceği bir vasatın oluşması ihtimali bile önemlidir.

Aslında konsolide olmuş bazı katmanları dışarıda bırakırsak, halktaki genel beklenti bu kadroların alternatif bir parti olarak yola çıkmaları değil, bizatihi Erdoğan tarafından akıllıca ve ustaca bir siyaset örnekliğiyle Başkanlık sisteminin içine katılmalarıdır. Köprünün altından çok sular aktığı ya da testinin iyiden iyiye kırıldığı düşüncesiyle bu beklentinin hamasi olduğu düşünülebilir. Lakin nice olmazların olur kılındığı siyaset arenasından söz ediyoruz. Geçmişte nice kavgaların yaşandığı, yenilir yutulur olmayan sözlerin ve tavırların serdedildiği bir Devlet Bahçeli ile ortaklıklara girişilmişse bu neden olmasın? Üstelik ülkenin buna her zamankinden daha yüksek, hatta 2002 döneminden daha fazla ihtiyacı varken.

Birazdan zikredeceğimiz muhtemel gelişmeler bu ihtiyacı haddinden fazla dayatmaktadır.

3) Yukarıda bahsettiğimiz yoğun oy kaybı ve ekonomik sıkıntıların yaratacağı sosyo-politik ortam, AK Parti’yi ve özellikle Başkan Erdoğan’ı bekleyen bir diğer muhtemel gelişmeye gebe gibi görünmektedir. Özellikle milliyetçi-devletçi güvenlik bürokrasisini 15 Temmuz’dan bu yana oluşturagelmiş kadrolar içerisinden partiyi terkedebilecek, ittifakı da bozup milliyetçi bakiyeyi bünyesinde toplamak üzere harekete geçip MHP bünyesinde başa oynamak kaygısıyla yeni bir oluşumu zorlayacak şekilde hareket edenler de çıkabilir. Ya da bu bizatihi MHP’nin bir tavrı olarak gelişebilir. Bu da mezkur kesimler nezdinde, Başkanlık sisteminin artık Erdoğan sonrasına ilişkin kullanım vaktinin geldiği ihtimalinin yükselişiyle iştah kazanabilir.  

“Bütün bunlar varsın olsun, belki daha hayırlı olur” diyenler olabilir. Ancak bu muhtemel gelişmelerin ülkenin yönetilmesi konusunda ciddi sıkıntılar oluşturacağı açıktır.

Kimileri “böyle gideceğine hiç gitmesin, inceldiği yerden kopsun” diye de düşünebilir. Yalnız açık bir gerçeklik var ki o da tespihi beğenmesek de dağıldığında neler olacağı konusunun da sorumluluk alanımızda olduğudur! (ki böyle bir ihtimalde de yine partili ya da partisiz Babacan ve Davutoğlu ekibiyle ilişki kendisini dayatacaktır. Buradaki yegane engel Erdoğan’ın yakın çevresindeki bir takım kadrolar olacaktır ki, mezkur muhtemel gelişmenin belki bu açıdan hayırlara vesile olabileceği de yorumlanabilir.)

Ülkenin yönetilemez hale gelmesini istemek hiç kimsenin hayrına değildir! Madem ki belli zaafları da bünyesinde barındıran (ama tashihi de mümkün olan) bir Başkanlık sistemiyle yönetiliyoruz; madem ki halihazırda kararnamelerle ülkeyi yönetme gücü ve fırsatı olan, halkın da teveccühünü halen bünyesinde toplamaya, ümmetin de kendisinden beklentileri devam eden Erdoğan gibi bir Başkan mevcut, o halde sözlerimizin devamı ve paradigma değişimine yönelik önerilerimiz bizatihi Başkanın şahsına ve teveccühüne yönelik olacaktır.

Bir sonraki seslenişimiz ve uyarılarımız, “gerçek güç/sanal güç”, “gücün paylaşımı”, “adalet-merhamet”, “vahiy/vahyi kültürün tecrübeleri”, “evrensel normlar/evrensel insanlık tecrübeleri”, “beka/güvenlik-adalet/hukuk ikilemi” gibi ana perspektifteki paradigma değişiminin zorunluluğu ve bunların uygulanabilirlik kapasitesi üzerine fıkhetme çabalarına şamil olacak; bunların uzantısı somut ve ivedi olarak atılması gereken adımların neler olması gerektiği üzerine yoğunlaşılacaktır.