30 yıllık altın kural: Davaları asla birleştirme!

Alper Görmüş

Hrant Dink davasının müdahil avukatları Fethiye Çetin ve Deniz Tuna, cinayetin 3. yılını doldurması münasebetiyle hazırladıkları 14 sayfalık raporda bir kez daha cinayetin ancak “davaların ve soruşturmaların birleştirilmesiyle” aydınlatılabileceğini açıkladılar.

Fethiye Çetin, pazar günü Taraf’tan Tuğba Tekerek’e verdiği söyleşide davadaki temel taleplerinin “birleştirme” olduğunu bir kez daha teyit etti:

“Sanıklarla ilgili burada bir dava, polislerle ilgili ayrı dava, Jandarmayla ilgili ayrı dava... Samsun’da, Trabzon’da, İstanbul’da ayrı dava... Bu şekilde yürümez. Dink cinayetine ilişkin her soruşturma bu mahkeme tarafından soruşturulmalı.”

Bugün, Hrant Dink’in alçakça bir “operasyon”la katledilişinin üçüncü yıldönümü... Siz bugünkü gazetelerde hem Hrant Dink’e dair haberleri, hem de tıpkı Hrant Dink cinayeti gibi belirli ve büyük amaçlara matuf bir cinayet olan Abdi İpekçi suikastının tetikçisi Mehmet Ali Ağca’nın dünkü tahliyesine ilişkin haberleri okuyacaksınız.

Siyasi amaçları bakımından birbirine çok benzeyen bu iki büyük cinayetin dava süreçleri de dikkate değer ortak noktalar taşıyor. Hiç kuşkusuz en önemli benzerlik, her iki davanın da bir “ana dava” ve ona bağlı oldukları apaçık olsa da bir türlü ana davayla birleştirilmeyen yan davalarla örülü olması...

Ağca’nın Derin İlişkileri
kitabının yazarı, Milliyet gazetesi muhabiri Belma Akçura’nın Ağca’nın tahliyesinden bir gün önce (17 ocak) T24 adlı internet sitesinde yayınlanan yazısından aldığım şu satırlar, “davaları birleştirmeme” kuralının 30 yıldan bu yana hiç değişmediğini ortaya koyuyor:

“(...) Ana dava, cinayetin tetikçisi olduğu iddiasıyla 25 Haziran 1979’da yakalanan Mehmet Ali Ağca, cinayet işlendiği sırada arabayı kullanan Yavuz Çaylan ve cinayetin planlayıcısı olduğu iddiasıyla aranan Mehmet Şener üzerine kuruldu. Ağca’nın Adlî Tıp binasından kaçırılmasına teşebbüs ve Maltepe Askerî Cezaevi’nden kaçmasına yardım edenler hakkında ek iddianameler hazırlandı. Bu davalar ana davadan ayrı görüldü.”



Kadim bilginin refleksi...


Tıpkı İpekçi cinayeti davasında olduğu gibi, Dink cinayeti davasında da her türlü birleştirme talebi hiçbir hukuki ve mantıki gerekçe gösterilmeden reddediliyor. Belli ki bir refleks var burada, kadim bir bilgiden kaynaklanan bir refleks: Davaları ve soruşturmaları asla birleştirme!

Dink davası avukatları, davaların ve soruşturmaların birleştirilmesine ilişkin bu temel taleplerini, davanın ikinci yılını doldurması münasebetiyle Ekim 2009’da hazırladıkları bir raporda da dile getirmişlerdi. Ben de o rapordan yola çıkarak kaleme aldığım “Hrant Dink davasında müdahil avukat olmak” başlıklı yazımda, muhayyel bir örnek üzerinden, bu makul talebin reddinin görünüşteki saçmalığını (aslında derin anlamını) göstermeye çalışmıştım:

“Diyelim bir maç sırasında yedek kulübesinde oturan bir futbolcu, maçtan hemen sonra rakip takımdan bir futbolcuyu formasının içine gizlediği bir bıçağı kullanarak öldürsün. Zanlı oracıkta yakalansın, sorgusunun ardından da tutuklansın. Gerek davanın başlamasından önce, gerekse davanın ilerleyen aşamalarında meselenin bu kadar basit olmadığı anlaşılsın... Diyelim, zanlıya bıçağı takımın masörünün temin ettiği ortaya çıksın... Sonra da gerek masörün gerek katil zanlısı futbolcunun banka hesaplarında olağanüstü değişiklikler saptansın... Bu arada şüpheli listesi çığ gibi büyüsün: Karısının ölen futbolcuyla ilişkisi ortaya çıkan teknik direktör... maçtan bir gün önce teknik direktörle 12 telefon görüşmesi yapan ve ona “merak etme, yarın takımın bir, sen iki maç kazanacaksın” gibi şifreli sözler söyleyen polis şefi...

“Listeyi uzatabiliriz (ki, ‘muhayyel’i bırakıp ‘hakiki’ye bakarsak çok daha uzun bir listeyle karşılaşırız) fakat bu kadarı bize yeter. Soru şu: ‘Futbolcu cinayeti’ davası iki sanıklı olarak açılsa (katil zanlısı futbolcu ve masör)... bu arada ölen futbolcunun sevgilisinin şikâyetçi olmasıyla kocası teknik direktör ayrı bir davada yargılansa... Bu davanın ana davayla birleştirilmesi talebi reddedilse... Ana davaya ölen futbolcunun ailesini temsilen katılan müdahil avukatların talebi üzerine ifadesi alınan polis şefinin, ‘Ben o sözlerimle, takımın galibiyetiyle birlikte teknik direktörün süresinin uzatılmasının neredeyse garanti olacağına işaret ettim, ikinci galibiyetle kast ettiğim şey budur’ şeklindeki ifadesi inandırıcı bulunsa ve şüpheli sıfatıyla davaya dahil edilmesi talebi reddedilse... Hukuk bilgisi sıfır mertebesinde olan biri bütün bu olan biteni ‘mantıksız’ bulsa, ona ‘saçmalama’ diyebilir misiniz?”


Ergenekon davasıyla kıyaslarsak...


Dallı budaklı, görünüşte farklı gibi görünse de gerçekte birbiriyle girift ilişki halindeki birtakım olay, soruşturma ve davaların ana davayla birleştirilmesi yönündeki kararlılığın –hele Türkiye gibi bir ülkede- adalete ulaşma yönündeki kararlılığın önemli bir parçası olduğu apaçık değil mi?

İpekçi ve Dink cinayetlerine bakan mahkemelerle kıyaslandığında, ele aldığı meseleyi çok daha büyük bir kararlılıkla izlediği intibaını veren Ergenekon mahkemesinin aldığı “birleştirme” kararlarının çokluğuna burada işaret etmeden geçemeyiz. İsterseniz Google’a “Ergenekon davasıyla birleştirildi” ibaresini girin, başta Danıştay davası olmak üzere ne kadar çok sayıda dava ve soruşturmanın ana davayla birleştirildiğini göreceksiniz.

Ben, davanın adaletin zaferiyle bitmesini arzulayan kamuoyunun, avukatların birinci talebi olan “davaların birleştirilmesi” konusunda onlara yeterli desteği vermediği kanaatindeyim. Verseydi, mahkeme heyeti, bu son derece haklı talebin altında bunalmış olurdu, fakat hiç öyle görünmüyor.

Ümit Kıvanç, 19 Ocak’tan 19 Ocak’a adlı belgeselinde, Hrant Dink soruşturması ve davasının, önceki benzerleri gibi bıktırma ve “ruh karartma” parolasıyla sürdürüldüğünü söylerken çok haklı. Ve biz gazeteciler bu işin en önemli aracı olan “her şeyin dağınık kalması, birleştirilmemesi” taktiğini fâş etmek için yeterli çabayı göstermiyoruz. Hiç değilse bundan sonra yapalım bunu.

---------------


‘Adıyaman modeli’

Geçen cuma, “Adıyaman küçük Millet Meclisi”nde gözlemlediğim ve açıkçası biraz da şaşırdığım sakin tartışma ortamından söz etmiş, her siyasi görüşten Adıyamanlının paylaştığı “Adıyaman’da siyasi kültür böyle” tesbitini aktarmıştım.

Ben bunun gerçekten de böyle olduğunu, şehirden ayrılacağım gece kurulan sofrada da gördüm. Sağcı, solcu, milliyetçi, İslamcı, liberal, herkes vardı sofrada ama hiç kimse hiç kimseye sesini yükseltmedi tartışırken. Doğrusu, özlemişim böyle şeyleri.

Cuma günü, Adıyamanlı avukat arkadaşım Osman Süzen’in “Adıyaman bu kültürü Komagene Krallığı’ndan tevarüs etti” görüşünü aktarmış, bugün için biraz daha geniş versiyon vaadinde bulunmuştum.

Avukat Süzen’e göre, Adıyaman, tarihte de tıpkı bugünkü gibi Doğu ile Batı arasında kalan, “ne o ne o” ya da “hem o hem o” olan bir kent olageldi:

“Bu coğrafyada çok farklı etnik kimlik ve inançlar yaşadığı için, sakinleri burayı genler topluluğu ve ya herkese ait ülke anlamına gelmek üzere kommagene diye adlandırdılar. Kommageneliler bu kadar çeşitli inanç ve kimliklerin birarada, çatışmasız, barış içerisinde yaşamasının sırrını bu inanç ve kimliklere saygıdan geçtiğinin farkındaydılar. Bu felsefi temellerle kurulan Kommagene krallığı Doğu ve Batı dünyasının tam bir sentezi oldu. Bu dönemde yaratılan sanat, heykel ve mimari vs. hepsinde bu sentezi ve uzlaşmayı görüyoruz.

“Kommagene Kralı 1. Antiochos döneminde Nemrut dağının zirvesinde yapılan devasa tanrı heykelleri buna en iyi örnektir. Dağın doğu terasında Auhra-Mazda, Mitras, Heracles gibi Doğu mitolojisinin tanrıları yer alırken, batı terasında eski Grek mitolojisinde bu tanrılara karşılık gelen Zeus, Apollo, Herkül heykelleri yer alır.

“Adıyaman’daki demokratik ve uzlaşmacı kültürün bize, parçası olduğumuz Kommagene uygarlığından miras kaldığını, bu uygarlığın etkisinden bağımsız olamayacağını düşünüyorum. Adıyaman ve Kommagene sizce de ülkemiz için iyi bir model değil mi?”

TARAF