28 Şubat ve özeleştiri

Hilal Kaplan

Bir kavramın sıklıkla anılması, o kavramın hakkının verildiği anlamına gelmez. Hatta bazen o kavram üzerinden kavramın işaret ettiği gerçekliğin tam tersinin inşa edildiği anlamına da gelebilir. Amerika'nın Irak'a "özgürlük" için girmesi, Tan Baskını'nı gerçekleştiren güruhun sloganlarında en "demokratik" ülke olduğumuzu iddia etmesi, darbe yapıp anayasayı askıya alanların "anayasa"nın önemine dikkat çekmesi buna örnek gösterilebilir.

Başlıktan da anlayabileceğiniz gibi bu yazıda dert ettiğim kavramsa özeleştiri; geçmişle ağır aksak da olsa yüzleşmeye başladığımızdan beri en çok dolaşıma giren mefhumlardan birisi... Ergun Babahan da son dönemde "özeleştirisini verip" demokratların safına geçen yazarlarımızdan ki birkaç yıldır bu hususta verdiği bilgiler, 28 Şubat karanlığının arkasındaki medya ayağını aydınlatmak bağlamında oldukça kıymetli. Ancak kendisinin birkaç gün önce Star gazetesinde yayınlanan "28 Şubat ve medya" başlıklı yazısını mezkûr özeleştiri çabasının yeri geldiğinde pekâlâ hakikati perdelemek noktasında elverişli olduğunu göstermesi bağlamında önemli buldum. Babahan yazısına şöyle başlıyor:

"28 Şubat muhafazakârlar için sıkıntılı ve acılı bir dönemdi ama 12 Mart ve 12 Eylül'ün solcular veya Kürtler için olduğu ölçüde değildi."

Elimizde herhangi bir "acı-ölçer" olmadığından söz konusu kıyaslamanın neye göre yapıldığını bilmiyorum. Ancak 12 Eylül'ün sadece "Kürtler ve solcular"ın muzdarip olduğu bir darbe gibi yansıtılması klişesini bir nebze de olsun aştık sanıyordum, demek ki aşamamışız. Mamak'ta Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının, sağ-ülkücü örgütlenmelerden insanların neler çektiğine, sırf "sağdan bir, soldan bir" olsun diye günahsız gençlerin nasıl idam edildiğine bir dipnot olarak bile yer verilmemiş olması bence hayli üzücü.

Gelelim "acı-ölçer" kıstaslarına... Öncelikle darbe süreçlerinde halka ne kadar ızdırap verildiği bu süreçle yüzleşmek bağlamında işin sadece bir veçhesini oluşturabilir. Zira darbecilerin işkence gibi işledikleri/ işlenmesine vesile oldukları insanlık suçlarına yolu açan en başta "darbe"nin kendisidir. Darbe, esasında anayasal düzeni askıya almak suçunu işlemektir. Bu sebepten ötürü, darbe olurken bir kişinin bile burnu kanamasa bile işlenen suç ve bu suçun işlenmesine "yardım ve yataklık" edenler her halükârda sorumludurlar.

Babahan, yazısına biraz da savunmacı bir yaklaşımla şöyle devam ediyor:

"Daha önce de yazdım, o dönem gazetecilerin askere hayır deme gücü yoktu (...) Gazete yöneticileri çıkarları kadar, kendi can güvenlikleri için de askerle işbirliği yapmak zorundaydı. "

Sizin de aklınıza İsrail'deki yargılamasında sadece kendisine söylenene itaat ettiğini, bir nevi "emir kulu" olduğunu söyleyerek savunmasını veren Adolf Eichmann gelmedi mi? Elbette ne Babahan'ı ne de 28 Şubat sürecinde "gözlerini kapayıp vazifesini yapan" diğer gazetecileri "Nihai Çözüm"ün mimarlarından birisiyle kıyaslıyor değilim. Ancak Babahan'ın cümlelerindeki "başka çare yoktu, emre itaat ettik" söyleminin ulaşabileceği ufku görmenin mühim olduğu kanaatindeyim. Eğer bu savunma biçimi Eichmann için geçerli olmadıysa, o dönemde askeriyeye hizmetlerini sunan medya patronları ve gazeteciler için de geçerli olmasa gerek...

Üstelik bu "çaresizdim, mecburdum" tesellisi reel olarak da 28 Şubat'ın şartlarını yansıtmıyor. O dönem gazetecilik tarihimize adını altın harflerle yazdıran, andıçta adları geçen yazarlar da "emir kulu" olmayı seçemezler miydi? Ölümle tehdit edilmelerine rağmen neden onlar bildikleri doğruları söylemekten geri durmadılar? Demek ki kariyer konformizminin ötesini görebilenler için "başka çareler", 28 Şubat sürecinde de mevcutmuş. Dolayısıyla bu argümanın kendisi de Babahan'ı haklılaştırmaktan oldukça uzak görünüyor.

Ve Babahan, mevzubahis yazısını şöyle bitiriyor:

"Bugün, Ergenekon, Balyoz davalarının asli faili konumunda olanları bir kenara bırakıp 28 Şubat'ı yargı önüne getirme çabalarının yanlış olduğunu düşünüyorum. 28 Şubat'ın asli faillerine hesap sorulmadan gazetecileri hedef yapmak yanlıştır, bu bir. Son dönemdeki suçlar daha ağırdır, asıl bunun üstüne gitmek gerekir, iki."

Referandum süreci boyunca Babahan'ın 12 Eylül darbecilerini yargılamanın gereksiz olduğunu ve bu yüzden de Ak Parti'nin referandum boyunca yaptığı propagandayı yersiz bulduğunu ifade ettiği tek bir yazısını hatırlamıyorum. Öyle ya, çerçeve sadece yapılamamış darbenin hesabını sormak olarak çizilecekse, 28 Şubat'a bile dokunamayacaksak, 12 Eylül'e kadar gitmeye de hiç gerek yok zaten, değil mi? Ha, belki de 12 Eylül, 28 Şubat'tan daha "sıkıntı ve acı" vermiş bir darbe olduğundan 28 Şubat'ı unutup 12 Eylül'e yoğunlaşmamıza cevaz verilebilir, bilemiyorum. Bildiğim, bir darbe suçunu diğerinden daha "ağır" kılan hiçbir kıstas olmadığıdır. Çünkü darbe suçları, anayasayı askıya alıp, seçilmişler üzerinden tüm halkın iradesine ipotek koymak bağlamında aynı kapıya çıkarlar, bu bir. Özeleştiri, yanlışını olduğu gibi kabul etmeyi de beraberinde getirir; kendini temize çekmek için atlanan bir basamak değildir, bu iki.

YENİ ŞAFAK