28 Şubat Soruşturmasına Cevap Verdiler

Gülden Sönmez ve Nurcan Büyük’ün 28 Şubat soruşturmasına verdiği cevapların ikinci bölümü...

Her iki konuğumuz da 28 Şubat döneminde üniversitelerdeki İslami faaliyetler ve o dönemki kuşakla bugünkü kuşağın karşılaştırması paralelindeki üç sorumuza verdiği hacimli cevaplar farklı bir boyuttan 28 Şubat’ın tartışılmasında önemli satır başları oluşturuyor.

- 28 Şubat dönemi doğru anlaşılıyor mu?
- Bugünkü kuşak, dönemi yeterince kavrıyor mu?
- Mücadele sürecinde elde edilen kazanımlar ve değerler daha etkili nasıl yaygınlaştırılabilir?
 
 İşte bu paraleldeki sorularımıza Gülden Sönmez ve Nurcan Büyük’ün verdiği cevaplar:
 
***
 
Başörtüsü yasağı üniversitelerdeki İslami bilinçlenme ve mücadele faaliyetlerini nasıl etkiledi? Yasağı bizzat yaşayan dönemdeki kuşaklar ile şimdiki kuşaklar arasında bir kıyasa gittiğinizde üniversitelerde İslami mücadelenin durumunu nasıl görüyorsunuz?
 
NURCAN BÜYÜK: 1997 yılı benim üniversiteli olduğum dönem değil ama çok sayıdaki arkadaşımın üniversitede olduğu yıllardı. Eğitim çalışmalarımızdaki en önemli damarı gençler oluşturuyordu. Benim ders yaptığım çalışma grupları içerisindeki en temel dinamik üniversite gençliğiydi. 28 Şubat döneminde de mücadeleyi yine bu üniversite gençliği ile devam ettirdik.
 
MÜSLÜMANLAR ÜNİVERSİTELERDEN ÇEKİLMEK ZORUNDA KALDILAR
 
Fakat ondan sonraki süreç maalesef Müslümanların da yeterince kendi meselelerini yeterince sahiplenmemeleri nedeniyle, belki biraz da sürecin ağırlığı, hantallığı Müslümanlara da sirayet etti ve biraz korkuyla karışık kendi kabuğuna çekilmeler gerçekleşti. O dönemde mücadele eden gençlerin pek çoğu maalesef üniversitelere geriye çok şey bırakmadı. Aile, okul baskısı çok fazlaydı; pek çoğu görevini ve okulunu bırakmak zorunda kaldılar. Elhasıl üniversitelerden çekinilmek zorunda kalındı.
 
KAYIP DÖNEM…
 
Üniversitelerde okuyan kişiler ise, başlarını açarak gitmeye devam ettiler. Bu ise onlarda psikolojik olarak bir travma yarattı. Ve bunlar Müslüman kesimlerle çok fazla ilişkiye giremediler. Bunların içinde suçluluk hissiyatı vardı. Gerçekten bu, o insanların üzerinde çok ciddi ve ağır psikolojik bir tesir bıraktı. O sebeple ben bu dönemi kayıp bir dönem olarak değerlendiriyorum. Bir kuşağın neredeyse üniversitelerden silinmesi, yok edilmesiydi bu.
 
Bu nedenle çalışmalarımızın bir sonraki aşaması üniversite gençliği değil, üniversiteyi bırakan fakat ne yapacağını bilemeyen gençlerle haşır neşir olmak oldu. O yüzden üniversite gençliği geçti, yerini yeni bir nesil aldı. O dönemde ister istemez üniversitelerin insanlara kattığı sosyal, kültürel vb. bir takım düşünceler ağırlaşmaya başladı. Ne yapabiliriz? Yeniden nasıl oluşturabiliriz? Mevcudu nasıl diri tutabiliriz gibi sorular çerçevesinde zinde tutacak bir takım alanlar ihsas etmeye başladık. Yaklaşık on yıl gibi bir sürece yayılan çalışmalarımız maalesef bu uğraşılarla geçti. Yeni yeni toparlanmaya başladık. İzmir’de oturduğum için söylüyorum; İzmir’deki bazı üniversitelerde halen de başörtüsü yasağı uygulanıyor. Ve bununla alakalı hala yoğun bir baskı var. İlişkiye geçmeye çalıştığımız öğrencilerin hala korkuları var. Kendilerini çok ifşa etmek istemiyorlar. Edindiğimiz belirli kazanımlar, başarı elde ettiğimiz belirli bölümler de var ama bu korku, rehavet, kabuğuna çekilme süreci tamamen atlatılmış değil.
 
YENİ KUŞAK MODERNİZMLE UYUMLU VE MÜCADELE BİLİNCİ ZAYIF
 
Yeni gençlerle tanışıyoruz ama bu yeni nesil maalesef biraz daha modern hayatın içerisinde uyumlu, mücadele bilinci zayıflamış, okumaları daha geri plandaki bir kuşak. 28 Şubat sürecinde İHL’lerin orta kısmının kapatılmasının ve aynı zamanda Kur’an kurslarının kapatılması ve kesintisiz eğitim uygulamasının da bunda etkili olduğunu düşünüyorum. O sebeple gençliğin talep etme ve mücadele etme çıtasının düştüğünü görüyorum.
 
DARBEYE KARŞI ÜNİVERSİTE KUŞAĞINDA İKİ TAVIR…
 
GÜLDEN SÖNMEZ: Birinci soruyu iki gruba ayırarak cevaplamaya çalışayım: Mücadelenin içinde olan yani hak mücadelesini bir yöntem olarak tercih eden ve İslami yaşam biçiminin her türlü argümanını değerlendiren, bununla ilgili her türlü çabayı ortaya koyan hareketler vardı. Bu hareketlerin müntesiplerinin 28 Şubat’taki mücadeleyle beraber birçok kazanım elde ettiğini düşünüyorum. Kaybediş gibi gözükse de, üniversitedeki hareketlilik azalmış olsa da nihai tahlilde yapılan mücadelenin birçok kazanımlar sağladığı söylenebilir. Hatta mücadele içerisinde olanların hayatın içinde daha mutlu ve huzurlu bir yaşam açısından olsun, daha örgütlü ve bilinçli bir takım çabaları ortaya koyan örnek insanların arasında olmaları açısında olsun dönemin birçok müspet tarafı var.
 
İkinci grup ise yani bir şekilde daha pasif bir anlayışı tercih eden ve tabiri caizse bunu bir kimlik meselesi olarak görmeyip taviz veren yapılara baktığımız zaman bunların da savrulmaya çok büyük katkılarının olduğunu düşünüyorum. Belki başörtülü sayısı bugün o güne oranla çok daha fazla olabilir; ha keza belki bugün başörtülü olarak üniversite okuyan bir sürü gençten de bahsedebiliriz ama bunların içerisindeki ideolojik duruş anlamında, İslami referansları değerlendirme ve bunları hayata geçirme anlamında birçok sorun yaşanıyor. Tabiri caizse İslam’ı yaşama noktasında bir kalite ve uyum sorunu yaşanmaktadır bugünkü öğrenci kuşakta. Bunların farklı tercihler yapan hareketlerin müntesiplerinde farklılaştığını görüyorsunuz.
 
DİRENENLER İSLAM’IN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİN MÜCADELE VERDİLER!
 
28 Şubat dönemi kuşağı içerisinde direnişi seçenler olarak neyi niçin yaptığımız, başörtüsünü niçin örttüğümüz, başörtüsü mücadelesini niçin verdiğimiz, daha doğrusu neden İslami mücadele verdiğimizi biliyorduk. 28 Şubat’ın aslında bizim Müslümanlar olarak aktör değil de figüran olarak kültürel aktivite düzeyinde İslam’ı yaşamamızı talep ettiğini biliyor ve çabalarımızı buna cevap olarak görüyorduk. Biz buna karşı bir mücadele verdik. Ve bu mücadele aslında bizim için diplomadan, meslekten, kariyerden, paradan, mevkiden vs. daha önde geliyordu. Siyasetin içinde olan gençler için de, STK’lar içerisinde olanlar için de ve daha başka alanlarda olup da mücadeleden geri durmayan bütün gençler için bu böyleydi.
 
Bugün ise öncelikler ve buna bağlı olarak tercihler daha değişmiş durumda. Daha kolaya kaçan, parçacı, rahat bir İslami yaşama talep var. Çok da kuralları, ilkeleri olmayan bir din anlayışı… Diğerlerinden aslında çok da farklı olmadığını kanıtlamaya uğraşan bir eğilim… Bu karakter inancın kendisine yüklediği fark bilincini kavrayamamış olup örtünmeyi de bir kimlik olmaktan ziyade kültür şeklinde algılıyor. Önceki dönemde nasıl bilgi/ilim edinmek önemli idiyse şimdiki dönemin kuşağında tersi istikamette diploma önde. Diploma olmadan bilgi/ilmin bir kıymeti olmadığına inanan bir gençlik söz konusu. Oysa bizim o çatışma sürecinde avukat olarak mücadelesini verdiğimiz kızlarımız diplomayı elinin tersiyle itti ve “İlme talibiz. İlimden taviz vereceksek diplomanın hiçbir anlamı olmayacaktır.” diye üçüncü bir seçeneğe imkânın kalmadığı durumda ilimden yana tercihte bulunmuşlardı. Bu çok önemli. Bu anlamda temel bir farklılık var.
 
Bir diğer farklılık ise; o dönemde hayatın her anını ve alanını İslami ölçüler içinde yaşama çabası çok daha fazla göze çarpıyordu. 
 
Üniversitelerdeki İslami hareketle ilgili olarak son bir farklılık da şuydu: O dönemde üniversite ortamlarında daha örgütlü ve daha derinlikli bir hareketlilik vardı. Farklı düşünceye sahip olanlar ve ayrıca çeşitli ideolojik eğilimlere müntesip olanlarla Müslüman gençlerin oluşturduğu hareketler daha teorik derinlikli görüşme ve tartışmalar yaparlardı. Türkiye ve dünyadaki gelişmelere karşı daha çok sözü, itirazı ve önerisi olurdu. Genel geçer sloganik şeyler değil derinlikli çabalar vardı. Bugünkü dönemle kıyasladığımda bu konuda çok büyük bir kopukluk olduğunu gözlemliyorum. Pek de ülke ve dünyadaki gelişmelere ilgili, olan bitenler karşısında duyarlı, siyasetle ilgilenen bir gençlik görmüyorum. Daha sığ, daha kısa cümlelere sahip, daha çok popüler medya tarzı bir üslupla öne çıkan bir gençlik var bugün. Bunu çok ürkütücü bir tablo olarak görüyorum. 80’li-90’lı yılların birikimiyle karşılaştırdığınızda bugün doğal olarak daha inatçı bir hareket bekliyorsunuz. Sanki bazı şeylerden vazgeçildi. Sanki “Madem şunu şuna gücümüz yetmiyor o halde bırakalım… Daha az sayıda gençle ilgilenelim.” gibi bir tutum var. Halbuki ben de dahil olmak üzere çoğumuz o geçmiş dönem hareketlerinden etkilenmiş nesilleriz. Ve bence o dönemdeki aktiviteler vazgeçilmez, kesinlikle paha biçilmez, olmazsa olmaz çalışmalardı. Bugün siyasi yollarla ve STK’lar düzeyinde yapılan çalışmalar bir yana, o dönemlerde cemaat sıcaklığı içerisinde yapılan çalışmalar bir yana…
 
Özellikle de son birkaç yıldan beri özgürlüklerin artması, baskı ortamının hafiflemesi vb. bunda etkili olabilmiş mi? Baskı ortamları daha çok uyanışı getirirken özgür ortamlar rehaveti mi doğuruyor? 
 
BASKI ORTAMLARI İÇE KAPANMAYI DA GETİREBİLİYOR
 
NURCAN BÜYÜK: Gerçi bu özgürlük meselesini hep konuşuyoruz. Müslümanların sıkışık zamanlarda daha diri olduğu yönünde kabuller ama biz bunu 28 Şubat sürecindeki karşılığını çok da görmedik. Ağır baskılar her zaman toplumu uyandıran bir dönüşüm sağlayamayabiliyor. Tersine bazen içine kapanmayı da getirebiliyor. Biz şimdi bu içine kapanma sürecini yıkmaya çalışıyoruz. Yeniden bir mücadele alanı ve özellikle de 28 Şubat’ın içine kapanmış Müslümanlarından ziyade kendine güvenen, ayakları daha yere basan, romantik devrimci ya da hayalci bir gençlik değil de yaşadığı hayatı doğru okuyabilen, bulunduğu pozisyonu ve kimliği daha özgün kılmaya çalışan bir gençlik ideali kuruyoruz.
 
NİCELİK OLARAK AZ AMA NİTELİKLİ BİR GENÇLİK FİLİZLENİYOR
 
Ben bu özellikleri haiz gençliğin yavaş yavaş ortaya çıktığını görüyorum. Hayatın içerisinde daha rahat düşünebilen, baskılara ve sıkışmışlıklara değil de bulunduğu yeri daha iyi hazmetmiş, farkına varmış, daha ileriye doğru geçmeye çalışan bir gençlik yavaş yavaş geliyor. Bizim muhatap olduğumuz gençler içerisinde de o algının daha yaygın olduğunu görüyorum. Bu kuşağın nicelik anlamında az ama nitelik anlamında daha kaliteli olduğunu düşünüyorum.
 
YENİ KUŞAĞIN 28 ŞUBAT BİLGİ VE PERSPEKTİFİ ÇOK SIĞ
 
GÜLDEN SÖNMEZ: 28 Şubat’ın bu boyutlarıyla tartışılması yeni satır başları oluşturmak için önemli. Daha özgür, rahat ortamların beraberinde getirdiği rehavet var. O dönemdeki kuşak ile şimdiki kuşak arasında ciddi bir kopukluk var. 28 Şubat’la ilgili bir takım programlara katılıyorum ve genç muhatapların önemli oranda yaşananları bilmediklerini gözlemliyorum. 28 Şubat’ın nasıl bir süreç olduğunu bilmiyorlar, diğer bütün darbeler gibi klasik bir darbe olduğunu zannediyorlar. “Darbe kötüdür, bir sürü hak ihlali olmuştur. Evet, bunlar kötü…” Formül bu kadar basit. Hâlbuki 28 Şubat diğer darbeler gibi açıklanabilecek türden bir darbe değil. Ne form ne de içerik olarak. Bu darbenin en belirgin özelliği doğrudan doğruya Müslümanların ve İslami faaliyetlerin “irtica” olarak tanımlanması ve başörtüsü sembolü üzerinden İslami kimlik ve değerlere karşı apaçık bir saldırıya geçilmiş olmasıdır. Ancak bugünkü genç muhataplar genel olarak süreci sadece medyada aktarıldığı, işlenildiği kadarıyla biliyorlar. O gün üniversite ortamlarında yaşananlara ve buna karşı geliştirilen tepki ve yapılan çalışmalara baktığımızda bugün konuşulanların en az yüzde 80’ninin bunlarla alakalı olmadığını söyleyebiliriz. Dahası bugün bu konuşanların büyük bir çoğunluğunun da o gün yolu hiç de oradan geçmeyen kişiler olması dikkat çekicidir.
 
DİRENİŞ SÜRECİNİ YAŞAYANLARIN KONUŞMASI LAZIM
 
Başörtüsü sorununu yaşamamış insanlar sadece başörtülülerin mağduriyetini anlatmakla 28 Şubat’ı anlatmış olamazlar. 28 Şubat’ın birçok boyutu var. Sürecin muhataplarının kendi aralarında bir sürü tartışmaları, yönelimleri var. Sürecin farklı boyutlarda farklı tezahürleri var. Kırılma noktaları yaşayanlar oldu, bazı cemaatlerin belirli tutumları var. Bunların Müslüman gençlere ve üniversite hareketine etkileri var. Bazı kanaat önderlerinin takındığı tavrın bu hareketlere etkileri var. Bugün sürecin içinde olmayıp dışarıdan konuşan ve yeni kuşakların önemli oranda bilgi ve perspektiflerini inşa eden medyadaki bu insanlar adeta 28 Şubat’ı bir laboratuar, bir dosya parçası şeklinde sunuyorlar. Konuşup analiz edebilirler ancak bahsettiğimiz boyutlarla ilgili sağlıklı tespitlerde bulunmaları zor. Bu boyutların her biri aslında sosyoloji okuyanların tez konusu yapabileceği düzeyde… Mesela Müslüman kadının mücadeledeki yeri ve konumu incelenmesi gereken başlı başına bir boyutudur bu sürecin. El ele Eylemi olsun, idamla yargılanmalar olsun, yüzlerce gencin Terörle Mücadele Şubelerine götürülüp haksız sorgulama ve hatta işkencelere maruz bırakılması olsun; yanı sıra bu mücadelenin organize edilmesindeki başarı ve hesabının verilmesi aşamasında yapılan savunmalar, sürecin içerisinde yer alan örgütlü çevrelerin duruşları vs. bütün bunlar Türkiye tarihinde özellikle de İslami hareketten bahsederken çok özenle ve önemle anlatılması gereken hususlardır. Gencecik insanlar yazdılar bu öyküyü. Kimisi ailesine rağmen, kimisi cemaatine rağmen, kimisi de hocasına rağmen… Bugün sürece dışarıdan bakan tipler kadar onların sesinin çıkmıyor olması çok acı verici…
 
Yeni kuşakların 28 Şubat sürecini yeterince kavradığını düşünüyor musunuz? Bu noktada bir hafıza kaybından söz edilebilir mi? Bunu aşmak için neler yapılmasını önerirsiniz?
 
GÖRSEL HAFIZAYI ÖNEMSEMELİYİZ
 
NURCAN BÜYÜK: 28 Şubat süreci Müslümanlar açısından çok ciddi, çok vahim bir tablo aslında. Biz Müslümanlar olarak bu tarz süreçler içerisindeki gerek edebiyatımızı, gerek siyasetimizi, gerek kültür-sanatımızı çok fazla dillendirmiyoruz. “Hiç dillendirmiyoruz.” demiyorum. Çok güzel çabalar var. Özellikle de mesela Haksöz’ün eski sayılarına girdiğimiz zaman 28 Şubat’ın sanata, edebiyata vs. etkisinin konuşulduğunu görüyoruz ama yaygınlık anlamında dar bir alanda kalmış. Yani az bir kesim bunu konuşmuştur. Bugün belki yeni yeni konuşmaya başlıyoruz. Ama bununla alakalı görsel hafızanın önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle de içerisinde bulunduğumuz çağ biraz daha görsel hafızanın öne çıkarılmasını gerektiriyor.  
 
KENDİ TARİHİMİZİ YAZMA KONUSUNDA DAHA FAZLA GAYRET
 
Bu bağlamda hazır özgürlük ortamı da biraz daha imkân sunuyor iken en azından Müslüman yazar-çizerlerin, senaristlerin, televizyoncuların, medyada etkinliği olanların kendi tarihimizi yazma konusunda biraz daha fazla gayretli olması gerektiğini düşünüyorum. Bir örnek olarak mesela Kevser Çakır’ın şu günlerde gösterime giren İkna Odaları Belgeseli çok sevindirici, mutluluk verici bir gelişme olarak kaydedilebilir. Bu tarz çabaların arttırılması ve yaygınlaştırılması lazım. Çünkü çok acı süreçler yaşadık; pek çok alanda Müslümanlar mağdur edildiler. Adaletsizlik her alanda gerçekleşti. Bunun üniversite, medya vd. bir sürü alanı var. Hepsine çok iyi eğilmek lazım. Birçok mağdur üretildi ve bunların cezaevlerinde olanları da hiç de az değil. Yine 28 Şubat sürecinde birçok mağdur eşleri ve çocukları da üretildi. Yani dillendirebileceğimiz çok sayıda alan var ancak bunları çok fazla konuştuğumuz söylenemez.
 
OLUMSUZLUKLARI KONUŞMAMAYI ZİHNİMİZE KAZIMIŞIZ
 
Özellikle ilgilendiğimiz gençlerle yıllık kamplar vb. etkinliklerimizde 28 Şubat sürecini mutlaka konuşmaya çalışıyoruz. Pek çoğu “Vay be! Bunlar bu ülkede oldu mu?” modunda dinliyorlar. Oysa bu çocukların anne-babaları bunu yaşadı; anneanneleri veya dedeleri değil. Anne-babaları yaşadı ama biz kendi tarihimizi aktarma ve acılarımızı paylaşma noktasında modern bir akıl üreterek “kötü şeyler”i konuşmamayı zihnimize kazıdık ve yokmuş, yaşanmamış gibi görmeye başladık. Bu maalesef sadece çocuklarımızda değil, bizde de hafıza kaybına yol açtı. Oysa son dönem nesillerini bunu mutlaka aktarmak lazım.
 
Çünkü “28 Şubat süreci bitmiştir.” diyenlerden değiliz. Bu toplumun iliklerine kadar Kemalist zihniyetle yoğrulduğunu düşünüyorum. Kemalist refleks geri çekilir ama tamamen bitmez. Yer yer mutlaka depreşecek, kendine gelecektir. Önemli olan Kemalist refleksin ne kadar gerilerde olduğu, ne kadar bastırıldığı değil; Müslümanların bu mevcut süreç içerisinde üzerlerine gelen herhangi bir musibet karşısında nasıl tavır aldıklarıdır.
 
Yeni bir 28 Şubat yaşamayız inşallah ama yaşarsak da yeni neslin böyle bir süreç karşısında nasıl durmaları gerektiği; daha sağlam bir duruş gerçekleştirmek, özgürlüklerimizi ve taleplerimizi daha rahat dillendirmek anlamında 28 Şubat’taki hatalarımızı ve yanlışlarımızı ve tabii ki de örnekliklerimizi bilmeleri lazım. Her şeyden önemlisi hafızamızı diri tutmamız lazım. Bunun için filminin çekilmesi gerekiyorsa filminin, belgeselinin ortaya konulması gerekiyorsa belgeselinin çekilmesi; öyküsünün yazılması, romanının örülmesi, müziğinin yapılması vs. gerekiyor. Ve bu yöndeki çabaların daha yoğun desteklenmesi icap ediyor.
 
KAZANIMLARIMIZA SAHİP ÇIKMALIYIZ
 
Son olarak şununla bitirelim:
28 Şubat için acı bir tecrübeydi ama aynı zamanda Müslümanların kendi özgün kimliklerini oluşturmaları, hayatın içerisinde ayakları yere basan bir tutum kazanmaları vb. noktasında da olumlu yönde dönüştürücü etkileri oldu. Sistemi daha iyi anladık, durumu daha iyi fark ettik ve her şeyden öte eğer biz varsak, direniyorsak bunun üstesinden gelebileceğimizi gördük. Bugün iktidarın da bu meseleyle yüzleşmeye çalışıyor olması da aslında o günden bugüne gelen mukavemetle alakalıdır. Yani toplumun direnen, mücadele eden İslamcı kesimi bu sürecin en önemli aktörüdür. Eğer Mazlumder’i, Özgür-Der’i ve bunun için mücadele eden vs. dernekler ayakta olmasaydı, bunun karşısında etkili bir duruş sergilemeselerdi, üniversite kapılarında başörtüleriyle o genç kızlar zorbalığa karşı durmasaydılar bugün 28 Şubat süreci gibi bir süreçle yüzleşmenin sadece iktidar istedi diye gerçekleşemeyeceğinin altını çizmeliyiz. O yüzden mücadele azmi ve bilincimizi de diri tutmalı, bize özgüven kazandıracak olan kazanımlarımıza sahip çıkmalıyız. Sistemi tanıma ve onunla daha sağlıklı mücadele etme noktasında önemli doneler elde ettik inşallah.
 
DÖNEMİ YAŞAYANLAR ŞAHİTLİKLERİNİ YETERİNCE ANLATMADILAR
 
GÜLDEN SÖNMEZ: 28 Şubat darbesinin yeni kuşakların geneli tarafından sıradan bir darbeymiş şeklinde algılanmasında bizlerin de payı var. Dönemi yaşayanlar olarak bizler şahitliklerimizi yeterince anlatamadık. Bu darbeye karşı kimlik aşılayıcı, istikrarlı ve uzun soluklu bir direniş ortaya koyduk. Bu darbe 16. yılını doldurdu ve çeşitli tezahürleriyle hala da yaşanıyor. Müslümanların sürecin derli toplu bir tablosunu çıkaramamış olması önemli bir zafiyettir. Kültür-sanat araçlarından yeterince istifade edilemedi. Ve dolayısıyla sürecin doğru dürüst bir şiiri, öyküsü, romanı yazılamadı; filmi çekilmedi, belgeseli bir yapılmadı. Bütün bunlar bizim gibi o dönemin içerisinde olan insanların muhasebe ederek özeleştirisini yapması gereken hususlardır.
 
Gençlerle oturup uzun sohbetler yaptığımızda olayları anlattığımız zaman çocukların gözleri fal taşı gibi açılıyor. Hayretleri artıyor ve olayı çok daha farklı anlamaya başlıyorlar.
 
SÜRECİN ANLATIMINDA MAĞDURİYETLER DEĞİL, MÜCADELE ÖNCELENMELİ
 
Çok yönlü bir hikâye bu. Evet, birçok acı yaşandı, yüzlercesi binlercesi mağdur oldu ancak ben açıkçası bunlardan daha çok o gün verilen mücadelenin öne çıkarılması taraftarıyım. Çünkü hikâyenin aslı da orada.
 
Mesela başörtüsüyle adliyeye almıyorlardı. “O halde başörtüsünü cezaevlerinde de yasaklayın!” diye bir eylem yapmıştık. Başka bir zeminde de başörtülü çalışma yasağına karşı “O halde vergi dairelerine de yasak koyun. Eşit hizmet almıyorsak başörtülülerden vergi de almayın!” demiştik. Bu gibi örnekleri anlattığımızda işte o zaman mücadelemizin özü anlaşılıyor. Aslında bugünkü gençlerin önemli bir kısmı ancak o zaman kimlik esaslı duruşu, o günkü “Başörtüsü kimliğimizdir!” vurgusunu anlamaya başlıyorlar. Başörtüsünün, tesettürün -gerçi olayın bu boyutu da önemli oranda yitirilmiş- ne olduğunu ancak o zaman anlıyorlar. O günkü gibi bir yasak bugün ortaya konsa ve o gün verdiğimiz mücadele tarzını bugün ortaya koysak bugünkü gençlerin önemli bir kısmının anlayacağını zannetmiyorum. Çünkü başörtüsüne öyle bir değer atfedilmiyor. Bunun kimlikle alakalandırılmasını anlayamıyorlar. Tabi ki bugünkü kuşak arasında bu sözünü ettiğimiz olumsuzluğun istisnası olan gençlerimiz de var. Onları dışarıda tutarak bunları söylüyoruz.
 
Müslüman kızların üniversite ortamlarındaki örtünme tarzı, tesettür anlayışını, tebliğ ve davet çalışmalarını Müslümanım diyen azımsanmayacak bir kitle o gün de bugün de Nur Serter kadar anlayamadılar.
 
28 Şubat sürecindeki o mücadele dönemlerinde Avrupalı bir parlamenter Türkiye’ye gelmişti. Kendisiyle karşılaşma imkânımız olan bir ortamda Batı’nın Türkiye’deki başörtüsü zulmü karşısındaki sessizliğini eleştirerek insan hakları algısını eleştirmiştik. Adam bize şu cevabı vermişti:
 
“Siz neyi temsil ettiğinizin farkında mısınız? Siz bir yaşam biçimini temsil ediyorsunuz. Sizin kozmetik sektörüne kadar etkiniz var. Çünkü siz komşuyla, eşyayla, insanlarla başka bir hukuk iddianızı çok görünür bir şekilde üstünüzde taşıyorsunuz. Ben bir başörtülü kadına baktığım zaman kendi değerlerimin dışında bir değeri bana ifade ettiğini, hatta beni ikna etmeye çalıştığını görüyorum…”
 
İşin kötü yanı şudur ki; bugünkü kuşakların önemli bir kısmı başörtüsünün neyi temsil ettiğini bu Avrupalı kadar anlayamıyorlar. “Sizden bir farkımız yok.” diye farklı zeminlerde farklılığının üzerini örten gençlerimiz az mı? İşin bilinç boyutunda çok ciddi sıkıntılar var.
 
Kuşaklar arası bir kopukluktan söz edebiliriz. Bir süre daha bu kopukluk ve savrulmalar sürebilir ama ben ileriye dönük umutvar olmak için haklı nedenlerimiz olduğu kanaatindeyim. Daha kimlikli, daha bilinçli; İslam’ı siyasette, ticaret, hayatın her alanı ve her yerinde bir yaşam biçimi olarak ortaya koyan, yaşamaya çalışan gençlerin ağırlıkta olduğu dönemlerin geleceğini umuyorum. Bir şekilde kendilerini toparlarlarsa Ortadoğu İntifadasının dünyayı ve bölgemizdeki İslami hareketleri olumlu etkileyeceğini düşünüyorum.
 
YENİ KUŞAK, BİR GEÇİŞ DÖNEMİ KUŞAĞIDIR
 
Yeni kuşağın aslında bir geçiş dönemi kuşağı olduğu söylenebilir. Çözülenler çözüldü zaten. Rol modelliklerini yitirdiler. Direnenler ise uzun bir zaman boyunca üniversite zeminini kaybettiler. Daha önceki dönemlerde üniversiteye girerken karşımızda orada alt yapı oluşturmuş olan model şahsiyetler ve örgütlü çabalar vardı. Yeni kuşak üniversiteye girdiğinde böyle bir ortamdan yoksundu. Kavrayış ve bilinç sorunlarını daha dar anlamda belki bu kuşak üzerinden konuşabiliriz. Bu anlamda gerek 28 Şubat ve gerekse de diğer konularda bizim bu kuşakların eğitimine çok daha fazla ağırlık vermemiz gerekiyor.  
 
MÜCADELENİN, EYLEMLERİN ÖYKÜLERİ ANLATILMALI
 
Burada da yöntem konusunun önemli bir sorun olduğunu düşünüyorum. Klasik yöntemlerle o dönemi anlatmaya çalışıyoruz ya da her yerde ulaşabilecekleri bilgilerle… Mesela tiyatro çok şey anlatan bir araçtır ve etkileme gücü de yüksek. Belki bu tarz araçları ihmal ediyoruz. O dönemde yaşanan bazı diyalogları, öyküleri de yazma veya anlatma yönteminin dışına çıkarak kısa film vb. araçlarla anlatmalıyız diye düşünüyorum. Bugün daha çok bilgisayar ortamında bu iş sürdürülmeye çalışılıyor ama bence yüzyüze gelinen; o dönemin her zaman her yerde konuşan aktörleri değil de işin içerisinde olan, yaşayan hem öğrenci hem de direnişi örgütlemeye çalışan İslami hareketin içindeki öncü aktörlerle yaşanan olayların şahitliklerini anlatmalıyız. Ben bunların daha etkili olacağını kanaatindeyim. Bir de belgeler, vakıalar, analizler vb. tabi önemli ama bunlar çokça yayınlandı; 28 Şubat’ın hikâyesi ve romanı daha çok yazılmalı… Bu konuda mesela Gülşen Demirkol’un İkna Odaları ve diğer başka kitaplar oldu ama çok yetersiz. Nehir Aydın Gökduman’ın öyküleri vb. çalışmaları arttırmak gerekiyor. Bugünlerde yeni bir İkna Odaları belgeseli daha yapılmış, bu da önemli. Ancak daha önce de belirttiğim gibi ben mağduriyetlerden ziyade bu sürece karşı mücadele veren dinamiklerin çok daha fazla öne çıkarılması taraftarıyım. O eylemlerin öyküleri anlatılmalı.
 
28 ŞUBAT, İSLAMİ HAREKET TARİHİNİN ÖNEMLİ BİR KESİTİ OLARAK AKTARILMALI
 
Bunlar çok önemli tecrübelerdi. Hatta bunu belki biraz da 28 Şubat kısır döngüsünden çıkartarak yapmalıyız. Bu sonuçta Türkiye’deki İslami hareketin tarihinden önemli bir kesittir. Belki yüzyıl öncesine kadar geriye sararak bunlar anlatılmalı. Yani bütünsel öykünün bir parçası olarak. Mesela Hamza Türkmen’in Türkiye’deki İslami hareket süreci ve bunun uzantısı yapılarla ilgili daha çok şahitliklerden örülü kitabı çok güzel bir örnek. Bunun etkisini kitabı okuyan gençlerin üzerinde çok rahat görebiliyorum. Etkili oluyor çünkü başka yerde görmediği, duymadığı şeyleri görüp okuyor. AKV’nin “Geçmişten Geleceğe Koşanlar” dizisi de bu konuda güzel bir örnek. Hem dönemin aktörlerini konuşturmuşlardı, hem de kitap olarak basmışlardı.
 
SAĞLIKLI BİR TARİH BİLİNCİ İÇİN DEĞER VE KAZANIMLARIMIZI SAHİPLENMELİYİZ
 
Mesela tek başına Özgür-Der’in hikâyesi bile gençler için başlı başına bir seminer konusudur. Çünkü Özgür-Der bu ortamda kurulmuş olup en önemli aktörlerdendir. Özgür-Der’in o dönemi konu edinen eylem ve yazılardan örülü Şahitlik Albümü’nün de –her ne kadar toplatılmış olsa da- bu tip süreçlerde tekrar tekrar basılarak dağıtılması gerekir. Bu bile başlı başına önemli bir tecrübe ve kazanımdır. Mesela o ortam içerisinde Özgür-Der’in başlattığı Alternatif Eğitim Seminerleri denizde boğulmakta olana atılmış can simidir gibiydi çoğumuz için. Belki bugünkü kuşaklar değil ama o süreci yaşayan kuşaklar bunun farkında. Bunlar öyle hesabı kitabı yapılarak masa başında değil, çok mütevazı imkânlarla direniş ortamında yapılmış şeylerdir. Belki bugün Şahitlik Albümü Yasaklı Albüm adıyla hikâyesiyle beraber internet ortamında yayınlanabilir. Hem sonra aynı zamanda meslektaşım olan rahmetli dava arkadaşım Macide Göç vb. insanların da bu tip süreçlerde mutlaka gündemleştirilmesi gerekir.
Bütün bunlar hem değerlerimize ve kazanımlarımıza sahip çıkmak ve aynı zamanda daha doğru ve derinlikli bir tarih bilinci oluşturmak için de önemlidir.
 
(Islah Haber)
 
Soruşturmanın önceki haberleri için:
 
 

 

Röportaj Haberleri

“Suriye’ye geri dönüş tartışması, empati yoksunu ve yersiz”
Türkiyeli bir mücahid ile Suriye devrimi üzerine…
"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Suriye'nin korku hapishaneleri: Sednaya, Tedmur ve Suriye’nin yeni hafızası
"Suriye devrimi Türkiye'nin de zaferidir!"