Alper Görmüş’ün yorumu:
28 Şubat Medyası: Bugünü de Etkileyen Bir Kötülük
Aşağıda okuyacağınız “Türk basınıyla iftihar ediyoruz” başlıklı haber, Hürriyet gazetesinin 6 Mart 1997 tarihli nüshasında, yani 28 Şubat 1997’deki ünlü Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısından sadece beş gün sonra yayımlandı:
“Son günlerde Başbakan Necmettin Erbakan’ın ‘Geveze basın’ ve ‘Yazdıklarının yüzde 90’ı yalan’ gibi eleştirilerine uğrayan Türk basını, dün Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın ‘Basınımızla iftihar ediyoruz’ övgüsüyle karşılaştı.”
Haberin devamında, Karadayı’nın bir kokteylde gazetecilerin elini tek tek sıktıktan sonra onlara söylediği sözler vardı:
“Hepinizi tebrik ediyorum, sizlerle iftihar ediyorum, çok büyük bir hizmet yapıyorsunuz, çok güzel şeyler yazıyorsunuz, bunu bütün samimiyetimle söylüyorum, çok iyi gözlüyor ve çok iyi muhakeme ediyorsunuz.”
“Silahsız kuvvetler”in tankı: Medya
12 Eylül 1980 darbesi, darbecilerin halkın hiç değilse bir bölümünün fiili desteğine ihtiyaç duymadıkları; her şeyin ordu ve devlet içinde kotarılıp pişirildiği son darbeydi. Bundan yaklaşık 20 yıl sonra (28 Şubat 1997) askerler siyasete müdahaleye karar verdiklerinde can sıkıcı bir sosyal gerçekle yüz yüze olduklarını idrak ettiler: Dünya ve toplum değişmişti, askerlerin sivil siyasete müdahaleleri artık eskisi gibi hoş karşılanmıyordu. Üstelik toplumda darbeyi “meşru” kılacak bir gerilim de yoktu. Oysa yeni dönemde bu mutlaka sağlanmalı, halkın hiç değilse bir bölümünde darbeye dair rıza sağlanmalıydı.
Fakat her şeyden ve herkesten önce medya razı edilmeliydi, çünkü medyanın desteği olmaksızın halkta rıza üretmek mümkün değildi. Medyayı darbeye razı etmek için dozu düşük bir tehdit yeterliydi, hatta çoğu gazeteci için buna da gerek yoktu, onlar zaten gönüllüydü.
28 Şubat bir anlamda Türkiye’deki darbe endüstrisinin “sivilleştirilmesi” sürecinin ilk ayağıydı. Askerlerin kullandığı ve o günlerde çok revaçta olan “sıra artık silahsız kuvvetlerde” cümlesi dönemin temel sloganı olarak tarihe geçti. Slogan, dönemin Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, ordunun 28 Şubat’ta “adeta bir sivil toplum örgütü gibi çalıştığı” cümlesiyle taçlandırılmıştı. Medyanın başrolünü oynadığı ve büyük bir başarıyla sonuçlanan bu hazırlık sürecinden sonra “sivil toplum”un bir bölümü müdahaleye ikna edildi ve hatta onun bir parçası oldu.
İftihar mı utanç mı?
Dönemin genelkurmay başkanının iftihar ettiği gazeteciler gerçekte meslekleri adına o kadar utandırıcı şeyler yapıyorlardı ki, yıllar sonra o günlere dönüp 28 Şubat dosyaları hazırladıklarında, o “iftiharlık” performanslarından hiç söz etmeyeceklerdi. Oysa “28 Şubat” olarak anılan darbe sürecinin en önemli unsurlarından biri medyaydı.
28 Şubat döneminde medya, demokratik bir ülkede oynaması gerektiği rolün tam tersini icra etti. Toplumun değil, devletin bir parçası gibi çalıştı, askerlerin vesayet pozisyonunu güçlendirecek korku üretim merkezi olarak işlev gördü, onları siyasete müdahale için cesaretlendirdi, kışkırttı.
Altı yıl sonra gelen sınırlı cesaret
28 Şubat 1997’nin hemen öncesinde ve sonrasında askerlerin siyasete nasıl ve ne ölçüde müdahale ettiklerine dair ilk haberler ve yazı dizileri için yaklaşık altı yıl beklemek, 2003’e ulaşmak gerekecekti. (Hiç şüphesiz 3 Kasım 2002 seçimlerinde bilinen sonuç elde edilmeseydi ve böylece 28 Şubat rejiminin örtük bir devamı mümkün olsaydı bunları da okuyamayacaktık.)
Ne var ki, yukarıda da belirtildiği gibi, bu haberlerde ve yazı dizilerinde biraz sonra örneklerini göstereceğimiz manşetlere, haberlere hiç değinilmiyordu. Yine de, 28 Şubat’ın nasıl bir dönem olduğunu en iyi, bir zamanlar onu destekleyenlerin kaleminden öğrenebileceğimiz düşüncesiyle, o yazı dizilerinin ilkinden (ve en çok ses getireninden) birkaç anekdotu buraya almak faydalı olabilir.
Sözünü ettiğim yazı dizisi, "Rejimin bıçaksırtı günleri: Yazılamayan 28 Şubat" başlığı altında 7 Eylül 2003’te Vatan gazetesinde yayımlanmaya başladı. Diziyi, 28 Şubat günlerinde, darbenin iki koçbaşından biri olan Sabah gazetesinin Ankara temsilciliğini yürüten Bilal Çetin kaleme almıştı.
Dizi, "doğru mu, hakikaten yazıldığı gibi mi oldu?" dedirtecek, dudak uçurtacak "hikâye"lerle doluydu. Artık “yazılamayanların yazılabildiği” günler geldiği için, bir zamanların 28 Şubat kışkırtıcısı gazetelerinden Sabah bile bu hikâyeleri alıntılamakta sakınca görmüyordu. 2003’te Sabah gazetesinde yazmakta olan Ahmet Hakan mesela, bunlardan birini şöyle anlatıyordu:
"(...) Düşünün bir medya patronu olarak Enver Ören, Genelkurmay'a çağrılıyor. Dönemin anlı şanlı komutanları Ören'e fırça atıyorlar. Enver Ören konuşma ilerledikçe terlemeye başlıyor. Böbrek rahatsızlığı çektiğini söylüyor ve su istiyor. Üst üste birkaç kez su isteyince Çevik Bir, görevli askere 'Oğlum sürahi getirin' talimatını veriyor.. Korku, heyecan ve panikten kıpkırmızı olan Enver Ören, sürekli su içiyor. Elleri titriyor ve sürahiyi yere düşürüyor. Sürahi gürültüyle kırılıyor, Ören'in üstü başı su içinde kalıyor. Neredeyse bayılmak üzere olan Enver Ören 'Ben mesajı aldım' diyor... Bunları okuduğumda gerçekten sarsıldım...”
Dizideki, okuyanın zihnine hemen "doğru olabilir mi bu?" sorusunu getiren bir başka "anı" şöyleydi:
"Genelkurmay Başkanı'nın odasında sert tartışma... Çevik Bir. Karadayı’nın yakasına yapıştı... Tankların Sincan'a yürüdüğü gün Genelkurmay Başkanı Karadayı, 2'nci Başkan Çevik Bir'i çağırıp 'Bu emri kim verdi, niye haberim yok' diye çıkıştı. Ve kıyamet koptu... Karadayı, tank emrini Çevik Bir'in verdiğini öğrenince köpürdü: 'Keşke yapmasaydın. Durum çok nazik...' Çevik Bir kıpkırmızı oldu, kendini kaybetti. Karadayı'nın üzerine yürüdü, iki eliyle yakasına yapışıp sert konuştu: 'Komutanım, Türkiye elden gidiyor, siz ne diyorsunuz. Demirel de bizi uyutuyor. İrticanın Türkiye'yi ele geçirmesini seyredecek miyiz?..' Çevik Paşa adeta şoka girmişti. Odasına döndü, arkadaşlarına 'Ben bittim' dedi. Hatta Adli Müşavir Tuğgeneral Erdal Şenel'e 'Herhalde artık beni tutuklarsınız' diye takıldı... Genelkurmay Genel Sekreteri Özkasnak, 'Komutanım, gidin özür dileyin' diye akıl verdi. Bir, tekrar Karadayı'nın yanına gitti. Kucaklaştılar, ikisi de bu tatsız olayı unutmaya karar verdi."
Üçüncü gün, "28 Şubat'ın en ağır uyarısı" vardı Vatan'ın sürmanşetinde. Çevik Bir, dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener'e şu mesajı göndermişti:
"Söyleyin o kadına, gelirsek bakanlığın önünde avanesiyle birlikte yağlı kazığa oturturuz..."
Dizideki dördüncü gün "anı"sı bundan biraz daha renksizdi:
"Karadayı’nın odasında darbe tartışması... Sincan sonrası gergin günler... Kuvvet komutanları ve 2'nci başkan Çevik Bir Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın odasında. Gündem: İhtilalin zamanı..."
Emir komuta zincirine bağlı bir medya
Dizi yayımlanırken, 28 Şubat sürecinde kışkırtıcı rol oynamayı reddetmiş nadir gazetecilerden biri olan Zülfikâr Doğan, “emir-komuta zincirine bağlı seçkin medya”nın rolünün zikredilmediği bir 28 Şubat dizisinin anlamlı olmayacağını belirten bir yorum kaleme aldı. Doğan’ın eleştirileri, 28 Şubat medyası hakkında esaslı bir fikir veriyordu:
"Gerçekten 28 Şubat'ta olan-biteni, yazılamayanları yazmak mühim. Ama sadece işe gelenleri, bugüne ve geleceğe bir etkisi olmayacak olanları değil, gerçekleri, tüm gerçekleri, hepsini yazmak mühim olan. Bilal'in bizzat kendisinin de halen yürüttüğü Ankara mümessilliği ile birlikte gazetelerin Ankara mümessillerinin o devirdeki 'misyonunu' da tüm çıplaklığı ile yazmak gerek. Açıkçası 28 Şubat'tan 'siyaseten - iktisaden - maddeten ve medyaten' menfaat sağlayanları,muhabirlikten gazete patronu olanları, menfaat pazarlıklarını, bu pazarlıklarda medya elitinin rolünü, 'yaz' denilenin yazılıp, 'yazma' denilenin yazılmadığı o devrin, emir-komuta zincirine bağlı, seçkin medyasını, patron komutasını da yazmalı. Asker destekli mümessilleri, siyasetçi-asker talebiyle yapılan medya atamalarını, milyon dolarlık medya transferlerinin aktörlerinin, bugün 'medya etikçisi-temiz ellerci' kesilmelerini, parasını, gücünü, bankasını, (o bankalarda yönetici olan ve ne hikmetse hortumculuktan vareste tutulan gazetecileri, paşaları) şirketlerini yitiren eski patronlarını bir gecede terk edip satmalarını da yazmak gerek. 28 Şubat'ı yazarken asıl medyayı yazmak gerek."
Radikal bile...
28 Şubat’ın iki koçbaşı, genel yayın yönetmenliğini Ertuğrul Özkök’ün yürüttüğü Hürriyet ve Zafer Mutlu yönetimindeki Sabah gazeteleriydi, ama laik-seküler merkez medya gazeteleri arasında kendisini seçilmiş iktidarı devirmesi için orduyu kışkırtma zilletinden kurtarabilmiş gazete yok gibiydi. Özgürlükçü iddialarla yayına başlayan, Susurluk sürecinde bu iddiasını perçinleyen Radikal gazetesi bile (o dönemde genel yayın yönetmeni İsmet Berkan), akıntıya kapılan gazeteler arasındaydı.
Radikal, 15 Şubat 1997’de, yani MGK’nın ünlü 28 Şubat kararlarını ilan etmesinden 13 gün önce “İslam Faşizmi” manşetiyle çıktı. Manşet açık açık, “Sizi bir askeri darbeyle korkutmaya çalışıyorlar, bunun için 12 Eylül’ü kullanıyorlar, onlara kanmayın, İslam faşizmindense müdahale iyidir”e getiriyordu lafı:
“Türkiye tarihinde bir daha 12 Eylül 1980 yaşanmasın diyenlerin kulakları barış/uzlaşma/eşitlik/kardeşlik yalanlarıyla dolu. Kimse yanlış hesap yapmasın, kulakları yalanla dolu olanların çoğunlukta olduğunu unutmasın. Koskoca bir halkın ‘parlamento aritmetiği’ ile sonuna kadar kandırabilineceğini sanmasın. (…) Onlar var ya onlar; alkolü, sinemayı, müziği, resmi, heykeli, baleyi, dansı yasaklamayı özlüyorlar. Kadınların kapanmasını, evde oturmasını, pantolon-etek giymemesini, yüzmemesini ve hatta kahkaha ile gülmemesini istiyorlar. Düşledikleri, özledikleri, öngördükleri rejimin adı doğrudan faşizmdir.”
Radikal gibi bir gazetenin 28 Şubat’a giden günlerde “İslam Faşizmi” manşetiyle çıkmasının postmodern darbecilere nasıl bir moral destek sağladığını tahayyül etmek zor değil. Radikal, sonraki yıllarda birkaç örnekte daha görüleceği gibi “darbeli günler”de tuhaf bir biçimde Hürriyet’leşiyordu.
Medyanın 28 Şubat performansından başka örnekler
28 Şubat döneminde gazeteciler gazeteciden çok aktiviste benziyorlardı. Kendilerine hükümeti askerler adına yıpratma görevi vehmetmişlerdi ve bu yolda mesleğin en temel kabullerini bile çiğnemekte tereddüt etmediler. Mesela haberleri haber dilinde yazmak, hiç değilse onlara habermiş süsü vermek zahmetine bile katlanmadılar. Radikal’in yukarıda aktardığım manşetinde olduğu gibi, pür yorumdan ibaret metinler gazetelerin birinci sayfalarında arz-ı endam etmeye başladı. Bazı köşe yazılarını manşetten yayımlamak da bu dönemin kötü alışkanlıklarından biri olarak yerleşti.
O günlerden birkaç örneği hatırlayalım:
4 Şubat 1997’de tankların Ankara Sincan’da yaptığı gövde gösterisi, basında öforik bir dille kaleme alınmış “haber”lerle karşılandı. Gazeteler bu olayı ordunun “şeriat yanlılarına” açık bir uyarısı olarak yansıttılar. Merkez medyada, seçilmiş bir hükümete karşı ordunun tanklı uyarılarda bulunmaya hakkının olmadığını ima eden ya da haberi bu açıdan gören hiçbir gazete olmadı. Bu da normaldi çünkü basın zaten aylardır, gün gelip de ordu müdahaleye karar verdiğinde halkı bunun iyi ve doğru bir şey olacağı yönünde “doldurmuş olmak” hedefine kilitlenmişti.
Merkez medya “kapalı” bir rejim peşindeydi ama bir yandan da iktidardaki Erbakan-Çiller koalisyonunu “Türkiye’yi kapalı rejime sürüklemekle” suçluyordu. Mesela Milliyet’in, Erbakan ve Çiller’in yan yana fotoğraflarının süslediği “Bu kafayla 2000’e” manşeti buna dairdi. Milliyet birkaç gün sonra da “Çiller Erbakan’ı aratmadı” manşetiyle çıktı. Alt başlıkta Çiller’in Erbakan’ı ne surette aratmadığının izahı vardı: “Başörtüsü taktı, besmele çekti...”
28 Şubat’ta MGK’nın hükümete “Muhtıra gibi tavsiye”si, Sincan’da tankların yürütülmesinin yol açtığı coşkudan daha büyük bir coşkuyla karşılandı. Fakat “Erbakan’ın pes etmemesi” ve MGK bildirisini imzalamaması, artık meselenin halledilmiş olduğunu düşünen merkez medya gazetelerini kızdırdı. O günlerde Erbakan’ın her zamanki yatıştırıcı üslubuyla sarf ettiği “Orduyla uyum içindeyiz” cümlesine askerlerden gelen yalanlama ise tam tersine memnuniyet yaratmış görünüyordu. Bu kızgınlık-memnuniyet kombinasyonunu en iyi, Radikal’in 3 Mart 1997 tarihli nüshasının birinci sayfası yansıtıyordu:
Manşet: “Erbakan pes etmiyor... MGK bildirisini imzalamadığı gibi türbanı gündeme getirmeye hazırlanıyor...”
Birinci sayfanın ikinci büyük haberi: “Genelkurmay, Erbakan’ın ‘Orduyla uyum içindeyiz’ sözlerini yalanladı: RP’yle mutabık değiliz... Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak: TSK ancak Atatürk ilkelerine gönülden bağlı olanlarla mutabık olabilir. Onun dışında kimseyle uyum içinde değildir.”
Fakat dönemin en akılda kalıcı, en pervasız manşeti kolayca tahmin edilebileceği gibi Hürriyet’ten gelmişti: “Gerekirse silah bile kullanırız...”
Tayyip Erdoğan’a verilen 10 ay hapis cezasını “Tayyip’e şok ceza, siyasi hayatı bitebilir” manşetiyle duyuran Hürriyet, manşete eklediği editoryal kutu için de “Muhtar bile olamaz” başlığını uygun görmüştü.
Bugünün gazeteciliğine sarkan kötülük
Görüldüğü gibi 28 Şubat döneminin gazeteleri ve televizyonları, yayın organından ziyade propaganda bültenine benziyordu. Temel görevleri, devlet katında alınan kararları, tıpkı kendilerinin yaptığı gibi kamuoyunun da sorgulamadan benimsemesi için azami çabayı göstermekti.
Aradan yıllar geçti, medyanın 28 Şubat’ta savaş açtığı RP’nin içinden çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) “manşetlerle savaşarak” iktidara geldi, her türlü badireyi atlatarak iktidarını korudu ve bu arada kendi çevresinde, onu destekleyen bir medya yarattı.
Ne var ki ortaya çıkan medya, Batı ülkelerinde örneklerini gördüğümüz, belirli siyasetleri ve siyasi partileri desteklemek, fakat bunu yaparken de temel gazetecilik işlevlerini yerine getirmekten geri durmamak diye özetleyebileceğimiz eleştirel gazetecilik çizgisinin çok dışında bir çizgiye yöneldi. 28 Şubat medyasının benimsediği çizgiydi bu. Yani kendisini, iktidar katında alınan kararları hiç sorgulamaksızın topluma benimsetmekle görevli sayıyor, vesayet medyasıyla farkını ise kendisinin desteklediği iktidarın “vesayetçi” değil “seçilmiş” olmasında arıyordu. İktidarlar gerçekten de farklıydı, fakat hiç kuşkusuz bu fark, seçilmiş de olsa, iktidarı bu tarzda destekleyen bir medyaya herhangi bir meşruiyet sağlamıyordu.
Yani 28 Şubat gazeteciliğini sadece kendi döneminde olup bitmiş bir kötülük olarak değil, bugünün gazeteciliğini de etkileyen bir kötülük olarak düşünmeliyiz.
Al Jazeera