Vahap Coşkun'un dizi halinde yayınlanan Serbestiyet.com’daki bu yazılarını 27 Mayıs'ın yıldönümünde Türkiye'de yargı adına ne tür cinayetler işlendiğini hatırlatması açısından aşağıya iktibas ediyoruz:
MARMARA’DA BİR ADA (1) EFSANENİN SİLİK GÖLGESİ
Vahap Coşkun – 21.05.2018 / Serbestiyet.com
Ahmet Erkan Koca, Samet Ağaoğlu’nun Kuvayı Milliye Ruhu: Birinci Türkiye Millet Meclisi kitabını yazdı. Ben de bundan bir süre önce Ağaoğlu’nun Marmara’da Bir Adabaşlıklı anı kitabını okudum. Ha bugün ha yarın yazayım derken, araya seyahatler ve başka yazılar girdi; yazı hep ertelendi. Koca’nın yazısını görünce heveslendim, diğer işleri bir kenara bıraktım, Ağaoğlu’nun kitabını yazmaya koyuldum.
Koca, Ağaoğlu’nun çok güzel tarif ediyor:
Bilindiği gibi Ağaoğlu, Demokrat Parti’de yer alan CHP’lilerden. Sadece geçmekle kalmayıp Menderes’in oldukça yakınında görevler almış, demokratlığın önde gelen savunucularından olmuş, hangi görüşten olduğuna bakmaksızın insanlara hakkını teslim etmeyi bilmiş, siyaseti ahlakla birleştirebilmiş isimlerden. Fikirleri, her zaman için derinlikli ve belirli bir seviyeden savunabilmiş iyi bir siyaset adamı örneği. Şimdilerle ihtiyaç duyduğumuz ve ne yazık ki pek bulamadığımız kişilerden yani.
Kitaplarından okuduğum kadarıyla benim edindiğim intiba da bu yönde. Sadece siyasi bilgi ve birikimi ile değil, zor zamanlarda ilkelerine bağlı duruşuyla da Ağaoğlu, siyasi hayatın her daim ihtiyaç duyduğu ama nadir bulunan tiplerden biri. Marmara’da Bir Adakitabında, 27 Mayıs darbesinden sonra Demokrat Parti’nin ileri gelenlerinin hapsedildiği ve yargılandığı Yassıada’da neler olup bittiğini anlatıyor.
Ağaoğlu, 1972’de kitaba yazdığı Önsöz’de, kitabı yazmasındaki gayeyi çok açık sözlerle dile getiriyor. Demokrat Parti’nin kuruluşunun üzerinden yirmi küsur yıl, darbeyle devrilmesinin üzerinden on küsur yıl geçmesine rağmen DP’ye husumet besleyenlerin, halen DP dönemi konusunda gerçek dışı bilgiler yaymaya devam ettiğini; dahası, Tarih ve Vatandaşlık (Yurttaşlık) Bilgisi gibi resmî okul kitaplarında aynı yalan ve yanlışların genç kuşaklara ders olarak okutulduğunu belirtiyor. Bu durumda, aynı geçmişin başka yönlerden ve kendi ölçüleriyle hatırlatılmasını bir mecburiyet telâkki ediyor. “İçtimai fayda” tarihin bu perspektifi de kaydetmesini gerektiriyor.
“Yüzler, ruhlar ve zihniyetler resmi geçidi”
Ağaoğlu’na göre ortada korkunç bir gerçek var:
Memleketin aydın geçinen zümresinin bir kısmı günahı çok büyük bir hata yaptı; memleketin cumhurbaşkanına, hükümetine, genelkurmay başkanına, eski kuvvet kumandanlarına, tanınmış generallerine, valilerine, yüksek memurlarına, aralarında büyük sanatkârlar, âlimler, hukukçular, milletvekillerinin hepsine, bir cümle ile millet ve devleti her köşeden temsil eden devlet kadrosunun hemen hemen bütününe ‘dikta rejimi kurulmasına teşebbüs etmiş ve sefil menfaatler uğruna diktatöre boyun eğmiş vatan hainleri damgasını vurdular, yine tanınmış hukukçulardan bir adalet divanı da bu damgayı mahkûmiyet kararları ile mühürledi.
Ağaoğlu’nun amacı, kâh “sosyal trajedi” kâh “sosyal komedi” olarak nitelendirdiği Yassıada dâvâlarını gelecek kuşaklara kendi penceresinden aktarmak. Gelecek kuşaklar, bu trajedi veya komedinin nasıl oynandığını bilmeli, “hünerli ve acemi aktörlerini” tanımalı. Çünkü sadece küçük bir parçasını yazabildiği bu dâvâlar “bir yüzler, ruhlar, zihniyetler resmi geçididir.” Yassıada, demokrasiye mezar olmuştur.
Orada mahkûm olanlar, İmralı’da asılanlar insanlardı. Mezara gömülen ise milli hâkimiyet prensibi, halk idaresi kavramı idi. İşte bu yazılar, o gömülüşün hikâyesinden bir parçadır.
Her haliyle insan!
Ağaoğlu kitabında portreler sunar okuruna. Yargılananları, yargılayanları, tanıkları, izleyicileri gözlemler; yapıp ettiklerini tahlil eder. Her davranışa rast gelir; cesaret ve dürüstlük timsali insanları da görür, korkak ve menfaatperestleri de. Kendisinin ve arkadaşlarının izzetini koruma noktasında milim sapmayana da tanıklık eder, ihanette sır tanımayıp en yakınındakileri sırtından hançerleyenlere de. İnsan çok çeşitlidir; o yaratılanların en şereflisi de olabilir, en adisi de.
Bütün davalarda, hele şu Anayasa’yı İhlal Davası’nda, insan en yüksek çapından en aşağı çapına kadar ortaya döktü kendini… Orada medeni cesaretin ürperten haykırışı yanında aşağılık duygusunun yarattığı iğrenç hıyanetten örnekler gördük. Orada aynı insanın vefa, arkadaşlık uğruna başını cellada nasıl seve seve uzattığına, tüylerimiz diken diken baktık. Orada bütün gerçekleri, intikamın vahşi hırsına feda etmekten çekinmeyen kinlerle karşılaştık. Nihayet yine orada yüzlerce insanın kendilerine açılmış kurtuluş kapılarına tenezzül etmeden, yapılan diktatörlük ithamına karşı nasıl kaya gibi sertleştiğini gördük. (s. 37)
Ağaoğlu’na göre, Yassıada’da görülen bütün dâvâlarda yargılanan DP’liler arasında iki farklı savunma tarzı vardı: Bir tarafta, yaptıklarından ve söylediklerinden geri adım atmayan, gerçekleri söylemekten çekinmeyen ve herhangi bir kurtuluş yolu aramadan bildiklerini eğip bükmeden anlatanlar... Diğer tarafta ise, doğrudan veya dolaylı bir şekilde sorumlulukları başkalarına yıkmaya çalışan, partinin doğal faaliyetlerini bile gizli birtakım hedeflere bağlayan ve böylece darbecilerin gözüne girip işin içinden sıyrılma gayretinde bulunanlar... Bütün sorgulama ve yargılama süreci “bu iki karakter ve ruhun dövüşmesinden örneklerle dolu” idi (s. 74).
“Askerin politikaya karışması memleket için felâkettir”
Ağaoğlu, Yassıada’da öne çıkan en önemli ismin Celâl Bayar olduğunun altını çizer. Eski cumhurbaşkanı, mahkemedeki duruşuyla dostunun da düşmanının da beğenisini kazanır. Öyle ki, yargılananlara karşı son derece kırıcı ve edep dışı davranmaktan geri durmayan Mahkeme Başkanı Başol bile, Bayar karşısında kendini çok daha dikkatli bir dil kullanmak mecburiyetinde hisseder.
Bayar, kendisini kurtarmak gibi bir derdinin olmadığını -- başta Başol olmak üzere -- herkese sezdirir. Az konuşur, dimdik durur. Bazı arkadaşları -- ki içlerinde elinden tutup bir makama taşıdığı ve her halükârda koruma altına aldığı şahıslar da vardır -- kendilerini kurtarmak için onu suçladığında bile, dik tavrından zerrece ödün vermez. Kendisine yöneltilen suçlamalara karşı cevabı “Mademki arkadaşım söylüyor, o halde doğrudur”olur. Bir keresinde daha da ileri gider; arkadaşlarını göstererek “Sorumluluğun hepsini ben kabul ediyorum. Bunların hepsi masumdur. Hepsi memleketlerinin vatanperver, tanınmış, namuslu insanlarıdır” der ve yükü üstüne alır.
Bayar’ın ödünsüz tavrı mahkemeyi kızdırır. Ama Bayar hem bu tavrını sürdürür, hem de güçlü bir muhakemeyle hakkındaki bütün iddiaları tek tek çürütür. Bunu yaparken inandığı fikirleri dile getirmekten de geri durmaz:
Sokak patırtıları ile hükümet değiştirmenin doğru olmadığına inanıyorum. Askerlerin politikaya karışmalarının memleket için felaket olduğuna dün de kanî idim, bugün de! (s. 45)
Halsiz, bitik ve ümitsiz Menderes
Menderes’in mahkemedeki hali ise Bayar’ın zıddı gibidir. Bayar ne kadar kuvvetli ve dirayetli durursa Menderes de o kadar zayıf ve güçsüzdür mahkeme karşısında. Bitkindir. Omuzları çökmüş, sesi kısılmıştır. Umutsuzdur, bir darbe ile alaşağı edilmek ve ağır tahkir altında tutulmak ümitlerini kırmış, bakışlarını soldurmuştur. Can ciğer bildiği bazı dostlarının akla hayale sığmaz ithamları karşısında bile sesinin tonu değişmez.
Halsizdir Menderes, ama mantığı ve insicamı yerli yerindedir. Elden geldiğince nazik bir üslupla konuşur; kelimelerinin zarif olmasına azami bir dikkat gösterir. Bazen kaba bir ifade kullanmamak için “yorucu bir çaba” sarf eder. Son güne kadar bakanlığını yapan ama bugün parmağını uzatarak onu suçlayanlara cevap vermez. Kendisini ölüme götüren yolun taşlarını döşeyenler de dâhil hiçbir arkadaşını suçlamaz.
Görüntüsü acı verir insana Menderes’in. Bayar’ın karşısında hitaplarına dikkat eden Başol, Menderes’e karşı ise ağzının ayarını bozar. Menderes sorulara cevap verirken onu sürekli azarlar, hakaretlerde bulunur. Menderes, mahkemenin ahlâk ve edep dışı muamelelerine hak ettiği dozda sert ve ağız dolusu bir karşılık vermez. Ömrü boyunca kavga etmiş bir adamın mahkeme karşısındaki bu süklüm püklüm hali, Ağaoğlu’nun satırlarına hayal kırıklığı olarak yansır:
Adnan Menderes, Divan’ın huzurunda eski Menderes’in, 1946-1950 yıllarının yaman muhalifi, 1950’den sonra ismi Türkiye sınırlarını hızla aşarak dünya meselelerinin müzakerecileri arasına karışan, memleket içinde şöhreti efsaneye benzeyen hikâyelerle süslendirilmiş, sesi sabahtan akşama vatan ufuklarında akisler yapan ve Türk milletinin kaderinde tam on yıl büyük rolü ve yeri olan şık, temiz, ince, zarif adamın ancak silik bir gölgesi olarak çıktı. (s. 38)
…
MARMARA’DA BİR ADA (2) “SİZİ BURAYA TIKAN İRADE”
Vahap Coşkun – 22.05.2018 / Serbestiyet.com
Ağaoğlu hâtıralarında Divan Başkanı Salim Başol ve Başsavcı Altay Ömer Egesel’e çokça yer veriyor; bu iki hukukçunun hem kişilik özelliklerinin, hem hukuki müktesebatlarının, hem de yargılama esnasındaki tavır ve davranışlarının üzerinde ayrıntılı olarak duruyor. Başol, sanıkları azarlar, el-kol işaretleriyle onları sürekli olarak sindirmeye çalışır, DP lehine konuşan tanıkları hemen sustururken DP aleyhtarlarını uzun uzun konuşturur. Başol’un Ağaoğlu ile arasında geçen bir diyalogu, Yassıada duruşmalarının karakterini bütün çıplaklığıyla ele verir.
Başol, dâvâ sırasında bazı yasama faaliyetlerini (Kırşehir Kanunu gibi) hatırlatır; bunları neden savunduğunu ve neden karşı çıkmadığını sorar. Ağaoğlu buna “Şimdi bu teşrii işlerimden dolayı sorumlu muyum? O halde neden burada yalnızım? Kırşehir Kanunu’na oy veren, Halk Partisi Malları Kanununu savunan Fethi Çelikbaş nerede? Ötekiler nerede? Onların hesabını ben mi vereceğim?” diye cevap verir. Bunun üzerine Başol, diyor Ağaoğlu,
Belki bütün dünya hukukçularında tatsız gaf diye hatırlanacak cevabı vermek gafletine düştü: ‘Onu bana değil sizi buraya tıkan kuvvete sorun.’ Bu sözü ile Başol bir ihtilal mahkemesi başkanı olduğunu, ihtilalin takdirlerine, arzularına boyun eğeceğini itiraf etmiş olmuyor mu idi? (s. 61)
“Diktatörlüğe hizmet eden tipler”
Başol’daki arızaların tamamı Egesel’de de fazlasıyla bulunur. O da savunmalara gelişigüzel müdahale eder, sanıklara bağırır çağırır, onları baskı altına alır. İşine gelen tanıkları konuşmaya teşvik ederken, savlarını çürütecek tanıkların konuşmasına izin vermez. Meselâ Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in tanıklığı başsavcının hoşuna gitmez. Hiddetini dizginleyemeyen Egesel, Başgil’e “Senin yerin bu parmaklıklar arkasında, sanıklar arasında olmalıdır” diye kükrer. Yine bir başka profesör beklediğinin tersine bir konuşma yaptığında “İşte memleket böyle aydınlar yüzünden bu hale geldi!” diye bağırır (s.50).
Sanıklara hakaret eder, meselâ onları “Menderes’in dikta emellerine hizmet eden tipler”gibi yakışıksız sözlerle tanımlar. Ağrı milletvekili Celâl Yardımcı savunmasında, “tip” ifadesini Başsavcıya iade eder:
Başsavcı’nın kullandığı ‘tip’ kelimesine gelince hukuk ve mahkeme terbiyesine yakışmayan bu söze de cevap vermek isterim:
Ben ‘tip’ değilim. Bu vatanda bir serhat şehrinin kasabasında doğan, 25 sene hukuk ve ilim sahasında vatana hizmet eden, 10 seneden beri de milletvekili, meclis başkanvekili ve türlü bakanlıklarda yurt için şerefle çalışan bir vatandaşım. Bu konuya bu kadar dokunduktan sonra sözümü şöyle bitirmek istiyorum:
'tip' kelimesi Sayın Başsavcı’ya iadeye tabidir. (s. 162)
Egesel, hukuken önlerinde âciz kaldığı sanıkları psikolojik olarak yıkmak için her türlü yola başvurur. Örneğin, salondan alkış almak için soruşturma konusu bile yapılmamış bazı suçlamaları uluorta ileri sürer. Sanıkları, dâvâyı takip eden ailelerinin gözü önünde, salondaki izleyicilere yuhalatır. Bazı sanıkları etki altına almak için ailelerine baskı yapar. Misal, Ağaoğlu’nun eşi ile Tevfik İleri’nin kızını sudan sebeplerle haftalarca hapseder.
Egesel’in adaylığı
Ağaoğlu, başta Başol ve Egesel olmak üzere sorgulama ve yargılama makamında olanların kendilerine neden bütün hukuk ilkelerini yerle yeksan edecek kadar düşmanca davrandıkları üzerinde düşünüyor. İlk akla gelen, yargı üyelerinin darbecilerden korktuğudur. Ağaoğlu bunu kabul etmez. Çünkü onlar bu vazifeye zorla getirilmemiştir; bazı kimseler kendilerine yapılan teklifi reddederken, onlar severek kabul etmiştir. Dolayısyla korkunun ötesinde sebepler olmalıdır. İki ihtimal vardır, Ağaoğlu’na göre:
Biri üzerlerine aldıkları vazifeyi açılmış yeni ikbal kapıları diye karşılamak ve kapılardan geçerek parlak ufuklara koşmak. Fakat biraz tarih okuyanlar bunun da bir hayalden ibaret olduğunu bilirler. Tarihte de günümüzde de bu çeşit vazife görenlerin hepsi işleri bittikten sonra bir köşeye itilip kalmışlar, unutulup gitmişlerdir. Geriye kalıyor öteki ihtimal. Bu da divan başkan ve üyelerinin bir kısmı ile yıkılmış iktidar ve insanları arasında şahsi hesaplaşma. İleride bu noktayı araştıracak meraklılar belki de ibretle okunacak neticelere varacaklardır. (s. 134-135)
Şahsi kin gütme, özellikle Egesel için kuvvetle ileri sürülebilecek bir ihtimaldir. Zira Egesel, “bugün” diktatörlük kurmakla suçladığı ve asılmasını talep ettiği Menderes’in partisine “dün” mebus olmak için başvurmuş bir kişidir. Egesel iddianamesinde DP’nin 1953’ten beri diktatörlük hevesiyle hareket ettiğini ve bunun için de anayasayı sürekli ihlal ettiğini belirtir. Ama aynı Egesel, 1954 seçimlerinde Balıkesir’den milletvekili olmak için DP’ye müracaat etmiştir. Eğer 1953’ten itibaren DP diktatörlük yolunda ilerlemiş ise, Egesel neden 1954’te DP’nin kapsını çalmıştır? Yoksa kendisi de mi diktatörlük sevdalısıdır?
Mahkemede bu tenakuz birkaç kez Egesel’in yüzüne çarpılır. En vurucu sözler Hayrettin Erkmen’e aittir:
Egesel, Yassıada’da dikensiz gül bahçesinde olduğumuzu ve birbirimize benzediğimizi söylüyor. Sayın Egesel bunu söylerken aramıza katılma teşebbüsünde bulunduğunu unutmuş gibi görünüyor. Filhakika Sayın Egesel 1954 seçimlerinde DP Balıkesir mebus adaylığına talip olmuş, yoklamada kâfi reyi temin edemediği için arzusu gerçekleşmemişti. Bugün aramızda bulunmaması, böyle bir sebebe bağlıdır ama bu sonucun bizim için bir talih eseri olduğu muhakkaktır. (s. 149)
“Midesinden yakalanmış adamlar”
Anayasayı İhlâl Dâvâsı’nın temel tezi, DP’nin serbest seçimle (1950) iktidara gelip bir süre sonra (1953) diktatörlüğe kaydığıydı. Mahkeme bu tezi kuvvetlendirmek için hukuk profesörlerinin tanıklığından da istifade ediyordu. Ağaoğlu, bu çerçevede en ilgi uyandırıcı duruşmanın Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı’nın dinlendiği duruşma olduğunu söyler.
Büyük ve milli bir görevi icra eden birinin havasıyla konuşur Kubalı. Mahkemedeki bir tanık gibi değil, konferans salonundaki bir filozof edasıyla konuşur. “Kâh hayranları karşısında bir feylesof kâh havarileri arasında bir yarı peygamber” cezbesi ile DP’ye verir veriştirir. DP’nin Atatürk inkılâplarına ihanet ettiğini belirtir. Memlekette bir ahlâki çöküntü yarattığını söyler. DP milletvekillerine de “Diktatörlüğe gitmek için midesinden yakalanmış adamlar” şeklinde ağır bir hakarette bulunur.
DP milletvekillerinin topyekûn “midecilik” ile, yani menfaatperestlik ve hırsızlıkla suçlanması DP sıralarında büyük bir kızgınlığa yol açar. Kubalı’dan sonra söz alan her vekil, profesörün cerbezeli ama fikri açıdan tutarlılık içermeyen konuşmasını -- kelimenin tam anlamıyla -- paçavraya çevirir. Kendisi de bir profesör olan Trabzon Milletvekili Osman Turan, bir orta mektep talebesinin bile Kubalı’nın tezleriyle konuşmayacağını söyler:
Türkiye’de bir diktatörlük kuruldu ve bunu kuran dört yüz kişi maddi menfaatlerine esir oldular diyor. İlmin ilk vasfı ihtiyatlı olmaktır. İlim adamı olarak yazılarımızı, sözlerimizi, hadiseleri ilmi bir şüphe ile karşılayarak yazıp söylemeliyiz. Türkiye’de diktatörlük kuruldu, diyor. Halbukî böyle olmadığını bir orta mektep talebesi bile görür. Seçim var, siyasi partiler var, serbest matbuat var…
Ezanın Türkçe okutulması mecburiyetine gelince, eğer bilhassa ilim adamları demokrasiye samimi olarak inanıyorsak, vicdan hürriyetine, laikliğe inanıyorsa k, elbette milletin ibadetine, ezanına karışmamız mümkün değildir. Ezanın Türkçe okunmasını arzu ederim ama bu beni vazifem değil. (s. 95)
Kubalı kendisine yönetilen eleştirilere cevap verir. Ancak her cevabında biraz daha batar. Örneğin, anayasanın milletvekillerine tanıdığı sorumsuzluğun mutlak olmadığını söyler. DP’liler ona onun kitabıyla karşılık verir. Zira kitabında Kubalı, sorumsuzluğun mutlak olduğunu iddia etmektedir. Bu apaçık çelişki önüne konunca Kubalı şu cevabı verir:
Burada medrese münakaşası yapacak değiliz. Ben zühul etmiş [yanılmış] olabilirim. İlim adamına yakışan, hataya düştüğünü itiraftır… Bu çok mühim bir şeymiş gibi üzerinde durmak doğru değildir. (s. 96)
“Türk realitesi”
Yassıada’ya damga vuran tartışmalardan biri, Osman Kapani ile Kubalı arasında yaşanır. Bu tartışma, Türkiye siyasetindeki temel bir ayrımın somutlaşmış halidir. Kapani söz alır ve Kubalı’dan bir şey öğrenmek istediğini belirtir:
Acaba dünyada serbest ve dürüst bir seçim yapılıp da diktatörlükle idare edilen bir memleket var mı? Bir iki misal verebilirler mi? Evet ya da hayır demeleri kâfidir.
Cevabı Kubalı değil Başol verir; serbest seçimle diktatörlük olmayacağını, ama serbest seçimle gelip işleri bozan iktidarlar olabileceğini söyler. Kapani üsteler:
Serbest seçimle iktidar geldi, sonra işleri bozdu. Tekrar serbest seçim yapıldı, yine iktidarda kaldı. Acaba böyle bir memleket var mı? Kendisinden sorulmasını istiyorum.
Soru, doğrudan doğruya Türkiye’yi anlatmaktadır. Çünkü DP üst üste üç seçim kazanmıştır. Başol aradan çekilir, yanıtı Kubalı’ya bırakır. Ağaoğlu anlatıyor:
Kubalı ise dünya siyaseti ve anayasa hukuk tarihine yepyeni bir tezle kendisini geçirdi denilebilir. Önce ihtilal için verdiği fetvanın kısa bir tekrarını yaptı. ‘Bir iktidarın meşruluğu için sadece serbest seçimle gelmiş olması yeterli değildir’ dedi ve arkasından kendi tabiriyle ‘Türk realitesi’ni göz önünde tutmak gerektiğinden bahsetti. Bu realite, ekseriyetin cehaleti, Arapça ezanla, zahiren cazip görünen iktisadi menfaatlerle kolayca aldatılabilmesi demekti. Türk milleti için de midesinden yakalanmış demiyor, ona yakın bir şeyler söylüyordu böylece. Ama fikri bir tezada düşüyordu. Bütün millet iktisadi menfaatlere kanmış ise demek ki gerçekten bir kalkınma vardı. Bunlardan sonra aynen şöyle dedi:
'Demokrasilerde seçimlerin yalnız serbest değil aynı zamanda samimi olması lazımdır. Serbest ve samimi bir seçimle iktidara gelmiş olan bir partinin, bazı hatalarına rağmen, antidemokratik bir gidişe rağmen seçimleri tekrar kazanması mümkündür… Başka memleketlerde var mı? Olabilir, yoktur diyemem. Şimdi misal de veremeyeceğim. Fakat Türk realitesini biliyorsunuz.” (s. 97)
Verilen cevap mevzuyu çözmekten ziyade daha karışık hale getirir. Samimiyete kim karar verecektir? Üniversite profesörleri midir samimiyeti onaylayacak olan makam? Yoksa seçimler yapılacak, kazanan parti iktidar olacak ve bir süre samimiyet testine mi tabi tutulacaktır?
Kubalı’yı zora sokan başka sorular da vardır. Meselâ seçimler konunda bu kadar hassas olan sayın profesör, malûm 1946 seçimleri ertesinde teşekkül eden gayri meşru meclise ve gayri meşru hükümete bir reaksiyon göstermiş midir? Recep Peker üniversitede İnkılâp Kürsüsü profesörlüğü koltuğuna oturtulduğuna, buna karşı bir hareketi olmuş mudur?
Kubalı’nın bunlara vereceği makul bir cevabı yoktur. İnkılâplara sığınır. 1946’da kazanmamış olsa bile İsmet Paşa’nın bir müddet daha devletin başında kalmasından fayda gördüğü için sustuğunu söyler… Böylece mahkeme başkanının “27 Mayıs’ın alemdarı”sıfatını vererek âlâ-yı vâlâ ile karşıladığı Kubalı, duruşmanın sonunda yaldızları dökülmüş olarak mahkeme salonunu terk eder.
“Siyasi facia veya komedya”
Profesörlerin tanıklığı son derece öğreticidir. Ağaoğlu her bir tanıklığın üzerinde detaylarıyla durur. İlmin namusundan tâviz vermeyenleri de, DP’ye politik karşıtlıkları nedeniyle vaktinde kitaplarında yazdıklarının tam tersini savunanları da not eder.
Keza DP’lilerin savunmaları da öğreticidir. O savunmalarda eğilip bükülenleri de kaydeder, dik duranları da. Fatin Rüştü Zorlu gibi “Atıfetinizi istemiyorum. Hakikat ne ise onu yapınız” diyen de vardır DP’lilerin arasında, Ethem Menderes gibi hâtıra defterini darbecilerin hizmetine sunan ve mahrem görüşmeleri bile arkadaşlarını suçlama malzemesi haline getiren de.
Ağaoğlu’nun savunması, Yassıada’nın hafızalara kazınan savunmalarından biridir. İrticalen konuşan Ağaoğlu’nun sözleri, ertesi gün gazetelere manşet olur. Ağaoğlu’nun DP propagandası yaptığı, bütün bir DP dönemini savunduğu ve Egesel’in iddianamesini mizah konusu haline getirdiği belirtilir.
Ağaoğlu, tarihin Egesel’i “demokrasinin tezatlar savcısı” olarak yâd edeceğini söyler. Mahkemeye “Ben, dünya adalet tarihine bir baston, iki hâtıra defteri, üç sofra başı sohbetine dayanarak diktatörlük kurduğu hükmüne varılmış olduğuna ait bir vesika tevdi edeceğinize inanmıyorum” diyerek, iddianamenin dayanıksızlığını mizahi bir dille anlatır. Meclisten köy kahvelerine kadar birçok yerde dillendirilen diktatörlük suçlamasının iler tutar bir yanı olmadığını ifade eder.
… soruşturmalardan ve hatta iddianamenin kendisinden kalan nedir? Savcının bile başka memleketlerde ve tarihte misali olmadığını kabul ettiği, SS kıtaları, kara gömleklileri bulunmayan, gazetecilerin, profesörlerin, öğrencilerin her zaman her vasıta ile kolayca karşı koyabildiği, aldığı bütün tedbirlerin işe yaramadığı bir diktatörlük binası! Öyle bir dikta rejimi ki, yine Savcı’nın dediği gibi, yazılı hürriyetlere zaruri olmadıkça dokunmuyor, ancak kendisini tehlikede gördüğü zaman bu hürriyetleri daraltmaya teşebbüs ediyor, fakat bu teşebbüsleri de korka korka yapıyor, profesörlerin en ağır yazı ve tenkitlerine karşı görünüşü kurtarmak için hiç ses çıkarmıyor, umumi efkârın baskısı ile durmadan zikzaklar çiziyor ve Savcı’nın ‘Dikta Komisyonu’ ismini verdiği Tahkikat Encümeni’ni bir ay içinde kaldırmaya mecbur kalıyor ve bu rejimi kurtarmak için de tam dokuz yıl beyhude uğraştıktan sonra da iki saat içinde yıkılıp gidiyor!
İşte Bayar-Menderes diktatörlüğünün Egesel’in iddianamesinde görülen manzarası budur. Bütün o koskoca muhalefet, o profesörler, o gazeteciler bu iskeleti devirmek için kahramanca dövüşmüşlerdir.
Evet, ortada kalan siyasi facia ve komedya bundan ibaret!