27 Mayıs-15 Temmuz Silsilesinde 28 Şubat Darbesi

KENAN ALPAY

Darbe iklimini oluşturan asli aktör ve kurumlar çok çabuk utulmuş, hızlıca bağlamından koparılmış gibi bir görüntü var. Mesela ‘adı açıklanmayan bir general’ koduyla gazetelere manşet olup bir namlu gibi siyaset ve toplumun üzerine doğrultulan “Atatürk’e bağlıyım ilanı ver, listeden çık” şantajlarının üzerinden çok geçmedi oysa. Genelkurmay Başkanlığı tarafından TSK’nın tüm birliklerine gönderilen gizli bir emirle ambargo uygulanacak ve boykot edilecek şirketler listesi “korunup kollanan laik sermaye ve korkutulup bastırılan dindar sermaye” dengesini teyit ediyordu sadece. Ne var ki; koca koca holdingler, şirketler, mağazalar sıraya girip gazetelerde Atatürk’e bağlılık ilanları veriyordu. Üstüne bir de Mehmetçik Vakfı’na astronomik düzeyde bağışlar yapmak üzere sefer görev emri yazılıyordu.

Gazete manşetlerinden ilan edilen ‘Topyekûn Savaş’ın cereyan edeceği öncelikli alanlardan biri elbette ki eğitim alanıydı. Mesele en ücra köşelere değin taşınan başörtüsü yasaklarından başlayıp ilk ve orta öğretim çocuklarını Kur’an kurslarının etkisinden kurtarmak üzere izcilik faaliyetlerine yoğunlaşılması tavsiyesine kadar uzanıyordu. Milli Eğitim Bakanlığı ise bildirilen tavsiye kararına uygun olarak Malazgirt’ten İzmir’e yapılacak tüm etkinliklerde yavru bozkurtları laik-Atatürkçü hassasiyetler doğrultusunda yetiştirecek tedbirleri uygulamaya sokuyordu.

Öncelikle İç Düşman Konsepti

İş sadece yaşken eğilecek ağaçlarla sınırlı tutulmuyor ve bizzat Milli Güvenlik Kurulu tarafından “biz de brifing isteriz” diye sıraya giren basın, sendika, vakıf, dernek, sanayici hatta belediyelere kadar tüm toplum kesimlerine “radikal İslam’ın ulaştığı tehlikeli boyutları” bizzat TRT’den yayınlamaya kadar varıyordu. Bütün bunlar olurken aydınlar ve akademisyenler asla Kemalist ideolojiye yaslanan askeri vesayetten, despotizmden, resmi ideolojinin tasallutundan bahsetmiyorlardı elbette. Ülke ve toplumun üzerine çöken kara bulutlar “bünyemize göre demokrasi” kategorisinde sempatiyle karşılanıyor ve takdim ediliyordu.

29 Nisan 1997’de basın-yayın kuruluşlarının temsilcilerine Genelkurmay Karargahı’nda verilen brifing son derece önemli bir muhtevaya sahiptir. Çünkü bu brifingte Milli Askeri Stratejik Konsept’in (MASK) ‘düşman’ tanımında yaptığı değişikliğe işaret edilmektedir. Harekât Başkanlığı tarafından hazırlanan strateji, ülke ve toplum güvenliğine yönelik ‘radikal İslam’dan kaynaklanan iç tehdit’in yok edilmesine yoğunlaşıyordu.

Laiklik ve siyasal İslam şeklinde ayrışan düşman saflara odaklanan bir strateji deklare ediliyordu. Öyle ki Genelkurmay Harekât Dairesi Başkanlığı bünyesinde istihbarattan hukuki ve idari düzenlemelere kadar pek çok alanda “siyasal İslam’a karşı mücadele edecek özel bir birim oluşturulduğu” da müjdeleniyordu kamuoyuna. Ancak radikal İslam’ı silerek laikliğin teminat altına alınabileceği işleniyordu hemen her platformda. Siyasetten ekonomiye, okullardan kurs ve yurtlara, kurban kesiminden hacca ilişkin koyulacak kotaya değin tüm düzenlemeler “radikal İslam’a eğilim gösterenler için caydırıcı önlem” başlığı altında yürürlüğe sokuluyordu.

Gazeteler ve haber bültenleri aralıksız bir şekilde psikolojik harp unsurlarıyla mücehhez yayınlar yaparken toplumsal kucaklaşma için adres olarak TSK’nın belirlediği Atatürkçülük/Kemalizm hizası gösteriliyordu. TSK’nın TÜSİAD ve YÖK’le, Yüksek Yargı ve bürokrasiyle, medya ve sendikalarla koordine ettiği post-modern darbe süreci içeride ‘radikal/siyasal İslam’ adındaki öncelikli düşmanla mücadeleyi esas alırken uluslararası ilişkilerdeyse İsrail ve Amerika ile en üst düzeyde ilişkiler kuruyordu.

Darbenin ve Darbecinin İdeolojisi

Siyasal İslam adındaki ortak düşmana karşı Kemalist/Atatürkçü oligarşik işleyişle Siyonizm-emperyalizm işbirlikçiliği eş zamanlı ve birbirini tamamlayan unsurlar olarak görev paylaşımı yapıyorlardı. Bu görev paylaşımı ve dayanışma ruhu salt olarak 28 Şubat süreciyle sınırlı değildi elbette. 27 Mayıs’tan 15 Temmuz’a kadar icra edilen tüm askeri darbe planları bu bağlam ve hedefe uyumlu bir şekilde ifa ediliyordu. Siyonist işgal rejiminin de Amerika ve NATO’nun da Türkiye’deki müttefiki asker-sivil Kemalist unsurlar olmuştur şimdiye kadar. Diğer taraftan bu ittifakın Türkiye’deki düşman unsur tanımına radikal/siyasal İslam’dan daha fazla kimse uygun görülmemiştir.

Tarihi geriye doğru yazabilmenin imkânı da yok faydası da. Konjonktürel ihtiyaçlara uygun olarak tasarlanan tarih ve toplum tasavvurları geri tepmek, sahiplerini mahcup etmek ve beklenen faydaları zarara çevirmek bakımından çok mümbit alanlardır. 27 Mayıs darbesinin gerekçeleri ile 9-12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan ve 15 Temmuz darbelerinin gerekçeleri arasında temelde bir farklılık yoktur. İşledikleri suçlar bakımından darbeleri ve darbecileri birbirinden ayrıştırmak sadece ahlaken değil siyaseten ve hukuken de büyük bir felaketin habercisidir. Şimdilerde şaşkın ve şapşal mı yoksa sinsi ve kurnaz mı olduklarını kamuoyunun takdirine bırakacağımız bazı troller ideoloji ve kadrolarıyla Kemalizmi askeri darbe suçlarından vareste tutmak üzere son derece basit bir takım müsamereler oynuyorlar.

Askeri darbeler NATO’ya bağlılık kadar Atatürk İlke ve İnkılaplarına bağlılığı teyid ve perçinlemek üzere icra edilmiştir. Biri diğerinden daha az veya daha çok değildir çünkü her ikisi de birbirini besleyen özelliklerle mücehhezdir. FETÖ’nün 15 Temmuz’da giriştiği kanlı askeri darbe süreci Mustafa Kemal’in Askerleri tarafından 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a değin girişilen askeri darbelerin acısını ve ihanetini hiçbir surette hafifletmez. FETÖ’cüler ele geçiremediği için Cumhurbaşkanı, Başbakan veya bakanları idam edemediler. 27 Mayısçılar bu hedefe ulaştıkları için Başbakan Adnan Menderes ile Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan’ı darağacına çıkardılar, Cumhurbaşkanı Celal Bayar başta olmak üzere onlarca siyasetçinin suçunu idamdan müebbet hapse çevirdiler. 12 Eylül’de şartlar elverseydi Org. Evren ve beşli çetenin Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’ı Zincirbozan’da değil yüksek ihtimal darağacında ağırlayacaktı.

Askeri darbelerin ve vesayetin mağduru olmuş bir topluma Atatürkçü ideoloji ve kadroları ‘milli ve yerli’ etiketiyle, ‘vatansever’ imajıyla, FETÖ’ye karşı ‘dost ve güvence’ diye pazarlamaya kalkan sinsi bir çetenin hile ve desiselerine karşı daima tetikte durmak gerekiyor. Mezkûr çete sahte ve karşılıksız bir Amerikan düşmanlığı üzerinden Müslüman bir toplumu ihtilalci-komitacı örgütlerin tasallutu altına sokmayı hedefliyor. Boş bir hayal, iflası kesin bir yatırım ve kazanılması imkânsız bir mücadele olsa da hiçbir değeri yıpratmasına, en küçük bir hak kaybına müsaade etmemek lazımdır.

Yeni Akit