25 Aralık darbesi şayet başarılı olsaydı

Markar Esayan

Herkes kâbus gibi bir döneme girdiğimiz konusunda hemfikir. En azından bu konuda bir uzlaşma var. İkinci uzlaşma konusu da 'bu durumun' böyle sürüp gitmeyeceği. Kâbus gibi bir döneme girmişsek, bir şeylerin değişmesi gerektiği konusunda uzlaşı zaten zorunlu görünüyor.

O zaman, bu uzlaşı noktalarından yola çıkarak geleceğimizi bu kâbusun elinden kurtarmak mümkün mü?

Henüz dünyamıza hızla yaklaşan bir göktaşının haberini almış değiliz. Tarih devam ediyor ve bizler toparlanmak zorundayız.

Ve evet, bu kâbustan kurtulmak mümkün.

Ancak ciddi sorun şu ki, ortasından karpuz gibi yarılan kesimlerden birisi bu kâbustan Erdoğan'ı mesul görüyor ve onun gitmesi için büyük bir arzu besliyor, aşkın bir çaba gösteriyor. Diğer kesim ise, paralel devletin ciddiye alınması gerektiğini nihayet anlamış vaziyette. Bu kesime göre, Erdoğan arkasında durulması gereken en kritik kaledir. O kale düşerse, bir 80 yıl daha sürebilecek yeni bir vesayet dönemine girebiliriz.

Çoğumuz bu süreçten kendimizi sıyırarak, yara almadan geçme arzusu duyuyoruz. Keşke tüm bunlar hiç yaşanmasaydı. Ama yaşanıyor. 'Anlamaya, anlatmaya çalışma süreçlerimizi' temiz tutabilir miyiz? Hata yapmamaktan bahsetmiyorum; sadece, gerçeği görmek eğer ciddi bir risk gerektiriyorsa, ne yapmak gerekir? Yazılarımızı, düşüncelerimizi hangi kritere göre oluşturacağız? İçgüdümüz, kendimizi korumak mı, yoksa gerçeği anlamaya, anlatmaya çalışmak mı olacak?

İki tarafa da 'atar' yaparak nereye kadar idare edebiliriz? 'Taraf tutmak zorunda mıyım?' ile 'İki tarafın bu tarafgirliği tarihe geçsin diye yazıyorum' yazıları arasındaki ahlaki mesafe ne kadardır? Herkesin sorması gereken soru bu.

Devletin içinde bir grubun, kimsenin kayıtsız kalmayacağı yolsuzluk iddialarını siper ederek başkaldırdığı bir dönemi normal mi sayacağız? Konu Erdoğan'ın şahsı dairesinde kısıtlı olsaydı. Romalı Vali Pilatus gibi 'gümüş tasta elimizi yıkayarak' idamdaki sorumluluğumuzdan o an için belki kurtulur, 'cinayetten' sonra beylik sözlerle bir yandan kurbanın hatalarını cilalar, bir yandan da vicdanlarımızı rahatlatırdık.

Belli ki, 1960, 1971, 1980, 28 Şubat ve her seferinde aynı şeyi yapmış medyadaki ve diğer etkili yerlerdeki bazı büyüklerimiz. Aslında kendilerini kayırmışlar. Ben bir ülkede bu kadar reel politik tutkunu, bu kadar doğal seleksiyon müptelası ve bu kadar inanmış pozitivist olduğunu bilmiyordum. Bu 'elitin' nasıl olup da her dönemin itibarlı kesimleri olabildiğini bu krizde çözdüm. Sürekli kendilerince kazanacak tarafa oynuyorlar. Sürekli sağ gösterip sol vuruyorlar. Hatta, yüzleşme dönemlerinde bile, geçmişte yaptıkları darbecilikler, onların gurur kaynağı, güvenilirlik kariyerleri oluyor. Her zaman 'demokrat gören saf köylü' kitlesi ise hazır. Bu müthiş bir yetenek! Fırtınanın gözündeler. O en sakin yerde. Hiç zarar görmüyorlar ve her zaman 'doğru' yerdeler.

Ama hikâye bu sefer başka türlü gelişebilir.

Farkında mısınız? Türkiye tarihinin en aşağılık darbe döneminin canlı tanıklarıyız. Halka fısıldanan ahlaksız teklif ise şu: 'Erdoğan kırmızıçizgileri geçti. Dünyanın egemenlerinin, reel politik kurallarını çiğnedi, dediklerini yapmadı. Artık onun için çok geç. Doğrunun ne olduğunu hiçbir önemi yok. Dünyanın kuralları değişmez. Kardan olmaksa, bir adamı kurban etmek evladır. Kurtarın kendinizi, bu tarafa geçin.'

Ama gerçek şu ki, bu durum Erdoğan'ın şahsi akıbetinden ziyade, bizimle ilgili tarihi bir karar anı. Bizler, böyle bir krizi hak etmek için bir şey yapmadık. Neden bu kadar şiddetli bir krizin içindeyiz o zaman? Gezi'de bir içsavaşın eşiğine gelmek, bugünlerde ise ülkeyi altüst edebilecek, PKK savaşını yeniden başlatacak, devleti yine IMF'ye dilenir hale getirecek bir krizin içine yuvarlanmanın karşısına hangi siyasi hataları yazarsanız yazın, hesap tutmuyor.

Büyük bir algı operasyonunun hedefindeyiz. Bizlere Truman Show dünyasına bedava bilet verilmiş gibi; üstelik popcorn ve Alaska Frigo da bilete dahil.

Krizimizin küresel boyuttaki bağlamı şu: 20. Yüzyıl'ın paradigması, kendisini 21. Yüzyıl'da da vitrin düzelterek devam ettirmek istiyor. Cephe savaşlarından bazılarını, Mısır'da olduğu gibi kazanabilirler. Çünkü muarızlarının acemiliği yanında, çok köklü, koordine ve tecrübeliler. 'Daha fazla demokrasi, köktendincilik, yolsuzlukla mücadele' gibi, kimsenin reddedemeyeceği parlak eldivenleri var. Ama o eldivenlerin içinde 'vesayet muştaları' gizli. Bizlere ise, daha fazla demokrasi, temiz toplum, şeffaf devlet arayışlarımızı istismar ettirmeden, vesayet tuzaklarına düşmemek gibi zor bir görev düşüyor.

İyi haber ise şu: 20. Yüzyıl paradigması kazanamayacak. Sorun ne kadar daha ve ne süreyle acı çekeceğimizle ilgili.

Peki, Erdoğan ve hükümet ne yapmalı? Yapılan hatalarla cesurca yüzleşmek, böyle bir dünyada, bu kadar saf olmanın, idealist özgüvenin tek başına yeterli olmadığını öncelikle tesbit etmek şart. Dindarlar bu dünyanın hep kandırılan saf köylü çocukları olmamalıdır. Adalet, Yeşilçam filmlerindeki delikanlı kahramanımızın birkaç Osmanlı tokadı ile sağlayabileceğinden öte bir çaba gerektirir. Dindarlık adaleti savunmayı içerir, ama adaletsizlikle mücadelede aklı, stratejiyi dışlamaz.

Akıl, strateji hiçbir zaman olmadığı kadar önemli şu sıralar. Dünyayı iyi tanımak, iki, üç değil, 10 adım sonrasını hesap etmek, derinlikli, alternatif politikalar üretmek... ABD ve Avrupa'da bunca düşünce kuruluşu, bunca piar bütçesi boşuna beslenmiyor, harcanmıyor. Çünkü üslubun, içeriğin çok önüne geçtiği bir dünyada yaşıyoruz. El Kaide ile bu kadar mücadele eden bir ülkenin, hem İrancı, hem El Kaide'ye destek veren bir ülke konumuna düşürülmesi birkaç makalelik, manşetlik iş. Haklılığı anlatabilmek, haklı olmak kadar önemli. Tarih tabii ki gerçekleri bir bir ortaya çıkarıyor. Ama iş işten çoktan geçmiş oluyor.

Hükümet sadece iyiniyetin ve seçimlerin yeterli olacağını düşünmemeli. İçerideki ve dışarıdaki ittifakları yeniden tahkim etmeli, düzenlemeli.

25 Aralık darbesi başarılı olsaydı, o operasyonda tutuklanan insanların hepsi bir süre sonra aklansa dahi Türkiye'de rejim değişmiş olacaktı.

Tehlikenin farkında mısınız?