'Nisan ayların zalimidir' diyen T.S.Eliot herhalde Ermeni meselesini kastetmemişti! Nisan geriliminden doğan kampanyalara her gün bir yenisi ekleniyor.
Ermenilerden 'özür diliyorum' kampanyasına hiç tereddütsüz destek vermiştim. Sonrasında yaşanan tartışmalar da fikrimi değiştirmedi.
Çünkü geçmişte yaşanan acılardan dolayı, bizden gidecek bir özrün etkisi olacağına inanıyordum. Nihayetinde öyle de oldu. Diasporadan ilk defa olumlu tepkiler geldi. Yüz yıla yaklaşan taşlaşmış bir sorunun bir yerinden akmaya başlamasını sağladı o kampanya. Fakat 24 Nisan'la ilgili kampanyalar benzer değil.
Bilindiği gibi 24 Nisan, diasporada üretilmiş siyasetin en etkin aracı. Anadolu'dan zorla gönderilen Ermenilerin 4. kuşağını da içine alan kimliğin inşa aracı. Bu alan ne yazık ki, geçmişte yaşanan büyük trajediyi politikanın servisine hapsedenlerin aşırı ideolojik tavrıyla daraltılıyor.
Diaspora Ermenilerinin, Ermenistan ve Türkiye Ermenilerinden farkına vurgu yapılmasının nedenlerinden biridir bu. Sahiden farklılar; derin acıların tarihinden geliyorlar ve o acıyı kimliklerinin bir parçası olarak yeniden inşa etmekte hayati bir gereklilik görüyorlar.
Varlık sebebi olarak gördüğü trajediye ait anıları hafızalarda canlı tutmak için, bildiği bütün araçları kullanan diasporanın, en etkili aracı 24 Nisan anmaları. Her yıl büyük kampanyalar yürütülüyor. Fakat siyasetin alanında canlılığını kaybeden bütün meselelerde olduğu gibi, kampanyalara konu olan kıyımın özneleri giderek silikleşiyor. Bütün o kampanyalardan geriye yaşanan acının kendisi değil, ondan üretilmiş sloganlar kalıyor.
İntikamcı dilin kalplere ulaştığı vaki olmadığından olsa gerek, diasporada üretilen onca argüman bugüne kadar, Hrant'ın söylediği herhangi bir cümleden daha etkili olamadı. Hrant, arkasında hiçbir lobi desteği olmadan, diasporanın on yıllarda anlatamadığını anlatmıştı.
Ermeni meselesi kadar zor ve ağır bir konuda karşı refleksi pekiştiren değil, yumuşatan tavır nasıl mümkün olur onu düşünmeliyiz. Çünkü yaşanan yok sayma, en az suçun ağırlığı kadar, beklenen özrün haklılığıyla da derinleşiyor.
Yaşanmış acıların som kederi bizleri birbirimize yaklaştırmaya yetmez miydi diye sormak geliyor içimden. Siyasetçiler, siyasetin alanına, insani olanı daha fazla taşımalılar belki de; mesela Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu katıldıkları bir toplantıya bir William Saroyan öyküsüyle gitseler. Amerika'nın küçük bir kasabası olan Fresno'da doğan Saroyan'ın Bitlis'ten ne anladığını anladıklarını gösterseler. Serj Sarkisyan'a Saroyan'dan söz edip; 'onun Bitlis'ini koruyoruz. Onun ömrü vefa etmedi ama çocukları, torunları gelsin ve yaşasınlar bizimle' diyebilseler...
Saroyan'ın Bitlis'ten anladığını anlamak bana yürütülen bütün kampanyalardan daha etkili geliyor. Atalarından duyduğu şehri, ilerlemiş yaşına rağmen görme ihtiyacı duyan, Amerikan edebiyatının bu en güzel hikâyecisine kendisini Bitlisli hissettirenin ne olduğunu anlamak o kadar önemli ki. Tarihin kalplere attığı düğümleri o anlamak çözer.
Diğer yandan, Bitlis'in taşlarına yüz sürmeye gelen Saroyan için, atalarından aldığı kültürün nasıl vazgeçilmez olduğunu anlamak Diaspora'nın da fark etmesi gereken bir gerçek. Çünkü Diaspora'nın Anadolu'dan anladığını yaşamasının önünde engel olan bir zihniyet var bugün. Hiç görmediği halde tutkuyla bağlı olduğu, taşlarına, rüzgârına hasret duyduğu Anadolu ile barışmak için ciddi nedenleri olduğunu unutuyor. Ve asıl yıkıcı olanın süren bu hasret olduğunu göremiyor artık.
Dünkü Taraf gazetesinde Etyen Mahçupyan 'soykırım' kavramını tartışmaya açan bir yazı yazdı. Analitik bakış açısıyla soykırım kavramı üzerine söylenenleri değerlendirdi. Sosyal hadiselere tanım düzeyinde yaklaşanların, her şeyi tanımlar üzerinden yaşayanların mutlaka okuması gereken bir yazıydı.
Tanımlar sosyal bilimler için elbette belirleyicidir ama ben bu topraktan eksilenlerle de ilgili olmamız gerektiğini düşünüyorum. Kaybın kabulünün insan ruhunda yaratacağı zenginliği, inkârın sığlığına değişenler bu ülkeye bir şey kazandırmıyorlar çünkü.
ZAMAN