Kitap bitince tekrar kapağa bakıp emin olmaya çalışıyorsunuz. Az önce okuduğunuz satırların yazarı bir sene önce Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başında bulunan bir orgeneral miydi?
Boru değil. İlker Başbuğ’un emeklilik harikası “Terör Örgütlerinin Sonu“ başlıklı 232 sayfalık kitaptan (Remzi Yayınları) bahsediyoruz. Kitabın en büyük faydası konusu olan PKK ve Kürt Sorunu’nundan daha büyük bir sorunumuz olduğunu çıplak bir şekilde göstermesi: Saatleri durmuş, takvimlerin sadece arka sayfalarındaki fıkraları okuyan bir Genelkurmay sorunu.
Başbuğ önsözde, mektup arkadaşı ABD Merkez Komutanı Orgeneral James Mattis’in teşvikleriyle kitabı yazdığını anlatmış. Mattis’le dost olması şaşırtıcı değil. O da dilinden çok çekti çünkü. Iraklılar için söylediği “Peçe takmayan kadınları 5 yaşından itibaren dövenler var. E bu adamlarda insanlık kalmamış zaten. O yüzden onları vurmak acayip eğlenceli“ sözü yüzünden özür dilemek zorunda kalmıştı. Benzerlik özür kısmında bitiyor tabii.
Haksızlık etmeyelim. Başbuğ terörle mücadelede onun kadar kadar acımasız değil. Uzun uzun alıntılar yaptığı başucu kitabı Audrey Kurth Cronin’in “Terör Nasıl Sona Erer” deki temel tezi paylaşıyormuş sadece: Terörle mücadelede terörün nedenleri üzerinde değil, terör örgütünün nasıl sonlandırılacağı üzerine odaklan.
Başbuğ’un kitabında ki referanslardan öğreniyoruz ki 2007 yılında İngilizce, 2009’da da Türkçe olarak yayımlanan Aliza Marcus’un Kan ve İnanç’ı olmasa PKK konusunda ordumuzun elinde derinlikli bir kitap da yokmuş. Yoksa Başbuğ PKK’nın silahlı kanadını hala ARGK, siyasi kanadını da ERNK zanneder miydi? Başında olduğu ordunun epeyce hışmına uğramış bir gazeteci olan Marcus’un kitabının sadece İngilizcesine atıf yapmasındaki mesajı da aldık.
Kitabın hemen girişinde Başbuğ’un komutanken neden demokrasiyle didiştiğini anlıyorsunuz. Atatürk’ün 80 yıl önceki Medeni Bilgiler’deki şu demokrasi tariflerinin hala geçerli olduğunu düşünüyormuş da ondan: “Demokrasi fikridir, demokrasi ülke aşkıdır, demokrasi özünde bireyseldir, demokrasi eşitliği sever.”
Bir şey anlayan? “Bu kavramları bugün bile bazıları anlamakta zorluk çekebilir” diyen Başbuğ haklı çıktı. Ama üzülmeyin sıra geldi kimsenin Başbuğ’u anlayamayacağı satırlara.
Kitapta “etnisite subkjektiftir”, “Kültürel açıdan bütün farklı gruplar ayrı bir etnik grup değildir” gibi bağlamlarından koparılmış zavallı yabancı akademisyenler şahit yapılıp döşenen taşlar sonunda “Kürtler” başlıklı bir akıl cehennemine çıkıyor. Dün Başbakan Van’da İsmet Paşa imzalı asimilasyon belgelerini değil, eski Genelkurmay Başkanı’nın kitabındaki bu bölümü kürsüden sallasa daha çok yuh sesi çıkardı herhalde.
Türk-İslam sentezci Orhan Türkdoğan’ın Eynik Sosyoloji ve J. Eller’in From Cultureto Ethnicityto Conflict (yazım yanlışları ona ait) kitaplarına atıflarla yazılan bölümde Kürtlerin etnik kökeninde belirsiz olmayan tek şey bütün yolların Türklere çıkması.
Başbuğ Kürtlerin kökenini önce Sümerler döneminde yaşayan Gutilere dayandırmış. Sonra da el çabukluğuyla Gutileri Türklere... Sonra Kürt sözcüğüne ilk defa bir boy olarak Yenisey’deki Göktürk yazılarında rastlandığından bahsetmiş. Oğuz Han’ın torunlarından birinin adı da Kürt’müş. “Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lugattit Türk’ünde de Kürt sözcüğü geçiyor.”
Ee ne kaldı? Korkmayın. Modası geçtiği için kalemi “Türkler Kürttür” demeye gitmiyor, şöyle demekle yetiniyor: Bütün bu görüşler Kürtlerin kökenleriyle ilgili değişik görüşlerin olduğunu göstermektedir. Bu olaya siyasi gözlükle bakılmadan, bilimsel olarak araştırılıp Kürtlerin etnik kökenlerini belgelerle ortaya konulmalıdır.
“Ey, Kürt, Kürtlüğün belgesini getir” diyor yani Başbuğ. “Medlerden geldiklerine inanan ve savunan” Kürtlere de benzer bir çağrısı var: “Bu husus bilimsel olarak açıklanmak zorundadır.”
Peki Kürdistan ne oluyor? O da düşünüldü. Başbuğ’a göre evet Selçuklular Kürdistan diyorlar, tamam. “Ama bu etnik bir ad değil tamamen bir coğrafya adı“, tamamen. Türkiye gibi mesela. Türklerle ne ilgisi var, bu coğrafyanın buzul çağından beri adı bu.
Selahaddin Eyyubi’ye yönelik “Kürt suçlamasına” da bir cevabı var Başbuğ’un, anlayana tabii: “Tikrit’te doğan “Selahaddin Eyyubi bazılarına göre kendisini Kürtlükle güçlü bir şekilde bağlamamıştır. Eyyübi bir Kürt aşireti lideri değildir. Türklerin hakim olduğu ordulara komuta etmiştir.”
Peki bu Kürtlük nereden ve ne zaman ortaya çıktı? Başbuğ cevap veriyor: “20. yüzyılın başında Kürt kimliğini gündeme bizzat Kürtler değil, Kürt devletinin oluşunu isteyen İngiltere’nin gayretleri getirdi.”
Peki Kürtçe o halde ne? Başbuğ: “Farsça’nın etkisinde kalmıştır. Kürtçe birçok dilin ve diyalektiğin karışımı ile oluşmuştur.“ Türkçe gibi saf değil yani. Başbuğ’a göre “Bugün standart bir Kürt alfabesi de yok. Latin, Kiril ve Arap alfabelerini kullanmaktalar.” Hâlbuki bir Türk alfabesi var.
Başbuğ’a göre “Zazaca’nın da yüzde 80’i de Türkçe veya değişikliğe uğramış Türkçe. Normal. Zaten “Zazalar Oğuzlardan gelme.” Zazaca konuşanların hepsi de Alevi.” Kılıçdaroğlu sevinecek, Bingöllüler kızacak.
“17 yüzyılda yaşayan şair Ahmedi Khani” yazışından bu satırların sosyolojik değeri belli zaten. (Kitapta çeviri kokusu fena: Hasan El Banalar, Dhozkar Dudayevler)
Başbuğ dün “asimilasyon bitti” diyen eski Başbakanı’nı da yalanlıyor:”Gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Cumhuriyet döneminde devlet tarafından sistematik asimilasyon politikası uygulanmamıştır. Asimilasyon olmadığına görene olmuştur? Entegrasyon ve bütünleşme gerçekleşmiştir.”
O halde mesele ne? Başbuğ’a göre mesele de yok zaten. “Türkiye’de etnik sorun diğer değişle “Kürt sorunu yoktur”. Ancak böyle bir sorunun olmasını isteyenlerin var olduğu unutulmamalıdır. Yoksa “1938-1984 arası barış ve huzur ortamı nasıl izah edilebilir?”
Akılla izah edilemeyeceği açık.
Dağılın o zaman...
yildirayogur@gmail.com
TARAF