Aslında İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın, zalimce bir uygulamanın tam teşhisine imkân vermesi bakımından iyi bir şey yaptı bile denebilir.
Zalimce uygulama, meslek liselilere ve imam hatiplere yönelik katsayı tırpanı idi.
10 yıl sürdü.
10 yıl Türkiye, bu zalimce uygulamanın altındaki felsefeyi tartıştı.
Bu açık adaletsizlik, bu açık ayrımcılık, bu açık hukuk tanımazlık bir devlet uygulamasına nasıl dönüşebilirdi?
İşte, bir hukuk kurumu olan, üstelik avukatları, yani birim insanın hukukunu arayan insanları temsil eden bir hukuk kurumu olan, Türkiye'nin en büyük barosunun başkanının konuşması, bu zalimce uygulamanın felsefi alt yapısını sergiledi.
Üstelik ona sahiplenerek.
Üstelik yeniden o zalimce uygulamaya dönülmesi için dava açarak.
Üstelik o zalimce uygulamaya gerekçe üreterek...
Yıl 2009.
Güney Afrika'daki, devlet adına sürdürülen ve BM dahil bütün dünyanın dışladığı beyaz-siyah ayrımına dayanan apartheid uygulaması bile sona ereli yıllar oldu.
Ama İstanbul Barosu Başkanı "Eşitlik eşit insanlar arasında olur" diyor.
Aynı sınava giren, aynı soruları cevaplandıran ve aynı puanlamaya tabi olan gençlerin üniversite tercihinde önlerine çıkarılan katsayı tırpanlaması ile eşitsiz hale gelmelerinin görünür çarpıklığına Baro Başkanı izahı şu:
-Aslında bunlar zaten eşit değildi. Eşit olmayanlara eşitlik beklentisi doğru olmaz.
Bay Başkan, meslek liselilere eşit katsayı imkânı sağlayan YÖK kararının iptali için Danıştay'a başvururken de "Meslek liselilere eşitlik tanırken, normal liselilere haksız davranılmış oluyor, çünkü meslek liselilere falanca üniversiteye girme hakkı tanımak, normal liselilere daha çok aday arasından girebilme zorluğu getiriyor" görüşünden hareket etmişti.
Yani aynı mantık.
Oysa katsayı zulmünü keşfedip icra edenler, aslında imam hatipleri tırpanlamak istediklerinin bilincinde idiler. Burada pek hukuk kaygısı yoktu. Adaletsizlikse adaletsizlikti. Jakobenlikse jakobenlik makamında. Türkiye'de statüko zaman zaman böyle adaletsizlikleri göze alır, bunu devlete yaptırırdı. Bu uygulamanın tüm meslek liselilere bir bedel ödeteceğinin de bilincinde idiler. Ama onlar, "İmam hatipleri tırpanlamak için, meslek liseliler de bir bedel ödeyecekse varsın ödesin, bu kadar hasar göze alınabilir" mantığından hareket etmişlerdi. Yani onlar, zulme felsefi bir kılıf üretme çabası içinde değillerdi. Devlet adına yapılmışsa meşru olurdu.
Baro Başkanı "Bizde böyle dönemlerde böyle hukuk adamlarının varlığına alışkın olmak lazım" gibisinden bir hukukçu profili çiziyor.
-Eşitlik eşit insanlar arasında olur. Yani...
-Zaten eşit değiller.
Neden?
Baro Başkanı'nın gösterdiği bir gerekçe yok.
Hatta "eşitlik" tartışmasına girilirse, normal lise müfredatı görmedikleri halde lise müfredatına göre hazırlanan üniversite sınavlarına girdikleri için yine de meslek liseliler aleyhine bir eşitsizlikten söz etmek mümkün.
Ama olsun, meslek liseliler, bu eşitsizliğe bile aldırmadan, üniversite sınavına giriyor ve aldığı puana göre tüm orta öğretim kurumları için eşit bir değerlendirme istiyor. "Sayısal"dan "Sözel"den ya da "Eşit ağırlık"tan kim hangi puanı almışsa, eşit bir sıralama yapılsın!
Bütün talep bu.
Gerisi laga-luga.
Gerisinde kötü niyet var, zulüm var.
-Eşitlik eşit insanlar arasında olur.
Bu sözün sahibi, şu anda Türkiye'de "Ayrımcı bir baro başkanı" profili çiziyor.
Bu profil, Türkiye'ye yakışmıyor.
Baroya yakışmıyor.
Hele İstanbul Barosu'na hiç yakışmıyor.
Danışmanın dili
"Gazetecilerin kıskançlık kokan tartışmalarını veya MHP'nin siyasi hesapların ürünü olduğu anlaşılan bir kısım hezeyanları bir tarafa bırakırsak..."
Bu ifadeler, Yeni Şafak yazarı Yasin Doğan'a ait.
Kendilerinin Başbakan'ın danışmanı Yalçın Akdoğan olduğu artık biliniyor.
Bu ifadeler, bir köşe yazarının kaleminden çıkabilir, bir şey demem. Ama aynı zamanda Başbakan'ın danışmanı iseniz, bana göre çok sakil sözler bunlar. Hele "Kürt sorunu" gibi son derece hassas bir konuda, hele çözüm arayışı gibi son derece hassas bir süreçte.
Gazetecilerin eleştirilerini "kıskançlık", MHP'nin çıkışını "hezeyan" diye nitelemek için, Başbakan danışmanı olmaktan başka bir sıfat gerekmiyor mu?
"Gazeteciler"le ilgili değerlendirmesi için bir gazeteci olarak sorayım:
-Görüşme yapılan gazetecilere kıskanılacak bir lütufta mı bulunuldu? O gazeteciler bu lütfu neye borçlular? Ya da öteki gazeteciler, böyle bir lütfa mazhar kılınmazken neyin faturasını ödediler?
Yalçın Akdoğan'ın MHP'ye ilişkin "hezeyan" değerlendirmesi de muhtemelen, bir tarihte yapılacak ve muhtemelen kendilerinin de bulunacağı (DTP ile görüşmede bulundular) Başbakan-MHP görüşmesinde soru olarak önlerine çıkacaktır.
Bu sıralar "söz" üzerine çok şey söyleniyor ya bir de ben söyleyeyim:
-Büyük lokma ye, büyük söz söyleme.
BUGÜN