SETA Eğitim ve Sosyal Politikalar Direktörlüğü’nde araştırmacı olarak çalışmakta olan İpek Çoşkun’un Anadolu Ajansı için yazdığı yeni eğitim yılı üzerine analizi:
2011 doğumlu çocukların okula başladığı bir eğitim-öğretim yılına girmiş bulunuyoruz. 2011’de doğmuş çocukların hayatlarında internetsiz, akıllı telefonsuz bir dönem hiç olmadı. Her şeyin kısa yoldan kısa sürede gerçekleştiği bir dönemin çocukları onlar. Dolayısıyla sevimli oldukları kadar tatmini de hayli zor bir nesil var karşımızda . Aynı zamanda halihazırda hem akademik hem de sosyoekonomik ve kültürel (SEK) arka plan olarak son derece heterojen bir yapıdan bahsediyoruz. Bu nesil için ortaya konulacak eğitim politikalarının onların hızını ve çeşitliliğini dengeleyici ve zenginleştirici bir hal alması, eğitimde sürdürülebilir başarı göstermemiz açısından kritik. Türkiye Cumhuriyetinin 100. yılına erişeceği 2023’e giderken odaklanmamız gereken asli meselemiz bu olmalı. Bunu yaparken nasıl bir yöntemi benimseyeceğimiz ise bir diğer asli husus: Reform mu, restorasyon mu?
Son 10-15 yıla bakıldığında, eğitim gündemini en çok meşgul eden kelimelerden biri ‘reform’. Başlarda kulağa sevimli gelen ve pek çoğumuza heyecan veren ‘reform’ kelimesi, bugünlerde bir hayli yorucu ve sıkıcı bir hal almaya başladı. Hakkının tam anlamıyla verilememesi ya da altının doldurulamamış olması bu durumun temel nedenlerinden biri olabilir, ama artık eğitimde reform gibi ‘büyük hikaye’lerden biraz sıyrılıp daha küçük, nokta atışı restorasyonlara odaklanmak durumundayız. Çünkü ne geleceğe dönük okulsuz toplum fantezisi yapacak ne de geçmişe aşırı öykünerek kara tahta romantizmi yapacak bir noktada değiliz. Restorasyonun doğru yapılabilmesi için, eğitimde sorunun ya da gerçekliğin doğru tespit edilmesi büyük önem taşıyor.
Eğitimin zayıf halkası: Dirençli öğrenciler
Restorasyonla yapılacak küçük dokunuşlarda ilk ve en önemli alanların başında ‘dirençli öğrenciler’ geliyor. Uzun yıllar önce tespit edilmiş, hatta FETÖ ve benzeri yapıların doğrudan hedef aldığı bir gruptan söz ediyoruz. Peki dirençli öğrenci kime denir? SEK durumu zayıf, ama akademik başarısı ve kapasitesi yüksek öğrencilere dirençli öğrenci deniliyor. FETÖ yıllarca bu tip öğrencilerin sömürüsünden bir eğitim imparatorluğu kurdu. Şimdilerde bu imparatorluk çökmüş olsa da telafisi uzun yıllar sürecek. Ne yazık ki bu sürecin derin izler bıraktığını kabul etmek durumundayız. Milli eğitim politikalarında önemli bir odak politika ve restorasyon alanı olarak dirençli öğrenciler, öncelikle ele alınması ve bir eylem planı hazırlanması gereken konu. SEK durumu avantajlı öğrencilerin akademik bilgiye okul içinde olduğu kadar okul dışında da erişmesi mümkün, ama aynı şey dezavantajlı ya da dirençli öğrenciler için geçerli değil. Onların akademik bilgiye erişimde yegane kaynakları okul. Dolayısıyla okul onlar için akademik olarak ne kadar zengin hale getirilirse, okul dışındaki dezavantajlı durumları ne kadar minimize edilirse o kadar iyi yol alınmış olacaktır.
Sınavlar kalksa, hayat bayram olsa
Kulağa hoş geliyor değil mi? Eğitimde bütün sınavlar kalksa, herkes mahallesindeki okula gitse. Peki herkes mahallesindeki okula razı mı gerçekten? Ya da eğitimde asgari de olsa bir rekabete ihtiyaç yok mu? Özellikle son günlerdeki TEOG tartışmalarını da dikkate alırsak, okulsuz toplum ne kadar imkansızsa sınavsız eğitim de bir o kadar imkansız bir varsayımdır. Dünyada sınavsız eğitim örneği hiç mi yok? Az sayıda da olsa var, ama toplamda sadece 500 bin öğrencisi olan bu ülkelerin sınavsız eğitim politikalarının, 18 milyon öğrenciyi taşıyan Türkiye’nin eğitim gerçekliğinde bir yeri olduğunu söylemek güç. Ayrıca sorun sınavlar mı, yoksa sınavları nasıl araçsallaştırdığımız mı? Pekala bu sınavlar eğitim sisteminin izlenmesi ve az sayıda çocuğun az sayıda sınavla öğrenci alan okullara yerleştirildiği bir şekilde de tasarlanıp uygulanabilir. Herkes bu sınava girebilir, sonucundan herkes farklı nasiplenebilir, ama sınavlardan -en azından orta vadede- vazgeçilmesi mümkün görünmüyor. Mahalledeki okula gitme eğitimcilerin en büyük arzusu olsa da, eğitim politikalarında belirttiğimiz restorasyonlarla her mahalle okulu adil eğitim fırsatlarına sahip olmadığı müddetçe, herkesin mahallesindeki okula gitmesi tezinin arkasında durmayacağım.
Genç öğretmenin hayatta kalma kılavuzu
Şanlıurfa Suruç’a bu yıl ataması yapılan bir sınıf öğretmeni, atanmış olmanın verdiği heyecan ve nihayet öğrencileriyle buluşmanın mutluluğu ile dolu, fakat bir korku taşıdığını söylüyor. Nedenini sorduğumuzda, ‘Aslında çocuklar değil korkum, gittiğim ortam korkutuyor beni’ diyor. Genç öğretmenimizin bu cümlesi bize E. D. Hirsch Jr.’In bir analizini hatırlatmalı. ‘Eğitimcileri Savunurken’ (In defense of Educators) başlıklı bu analiz önemli bir vurgu ile başlıyor: Eğitimde öğretmenin etkinliği ya da sözüm ona ‘kalitesi’ doğuştan ya da Allah vergisi bir şey değil, bağlamsaldır (contextual) diyor. Bağlamdan kastımız sınıf içi gerçekliği, çalıştığı kurumun kültürü ve içinde bulunduğu toplumsal gerçeklik. Dünyaya benzer şekilde, görevden istifaların çoğunlukla ilk 3-5 yılda olduğu düşünüldüğünde, genç öğretmenlerin eğitim hayatında kalması için asgari bir eğitim bağlamına ihtiyaçları var. Bunun için hizmet verdikleri eğitim kurumunda iyi bir eğitim liderliğine ve dayanışmaya, toplumsal olarak da velilerden yapıcı bir desteğe ihtiyaçları var. Bu bakımdan özellikle okul yöneticilerinin patronluk değil liderlik yapması, deneyimli öğretmenlerin ise genç öğretmenlerimizi ezmesi değil desteklemesi ve yol göstermesi gerekiyor.
Veliler konusuna gelince: Velilerin çocuklarına verdiği değerin ya da desteğin önemine değinmeye gerek yok. Ama son yıllarda ‘çocuk erkil’ bir aile yapısına doğru evrildiğimizden dolayı sorunlar yaşıyoruz. Nihayetinde her anne babanın çocuğunu ‘prens’ ya da ‘prenses’ olarak gönderdiği okullarda ‘taht kavgaları’ da kaçınılmaz oluyor. Öğrenciye “yürü” dediğinde koşmasını söyleyen bir veli tipolojisine doğru evriliyoruz. ‘Veli anksiyetesi’ olarak tanımlayabileceğimiz bu durum, öğrenci üzerinde olduğu kadar genç öğretmenlerde de ciddi bir baskıya dönüşüp mesleğinden soğumaya, hatta ayrılmaya dahi yol açabiliyor. Velilerin de daha tutarlı ve öğretmenlerle işbirliği içinde hareket etmesi gerekiyor. Aksi halde, eğitim sistemine taze kan taşıyacak öğretmenlerin, daha işin başında havlu atmasına neden olabiliriler.
Dünya nereye gidiyor?
Dünya bir tür birbirini kopyalama sürecine evrilmiş durumda. Değerlendirmeleri en az E.D Hirsch kadar önemsenmesi gereken bir diğer eğitimbilimci olan Çinli akademisyen Yong Zhao geçtiğimiz hafta bir yazı yayınladı. Yazının başlığı “Öldüren Cazibe: Birbirini kopyalamak neden eğitimi geliştirmez?”. Zhoa yazıda, dünyanın eğitim politikalarında Asya’ya yönelimin, yani bir tür Asyalaşmanın yaşanmaya başladığına dikkat çekiyor. PISA ve TIMSS gibi uluslararası sınavlarda uzak Asya ülkelerinin sergilediği başarıdan etkilenen Batı, eğitimde Asya yöntemlerini test etmeye başlamış durumda. Örneğin İngiltere’de Bakan Nick Gibb, ülkedeki 8 bin ilkokulda 53 milyon dolarlık destekle Çin modelinde matematik eğitim verileceğini açıkladı ve bu doğal olarak beraberinde okul kitaplarında ve müfredatta da değişimi getirecek. Konu Şangay’dan öğretmen ithaline kadar gelmiş durumda. Benzer bir durum ABD ve Avustralya gibi son derece adem-i merkeziyetçi eğitim modelleri için de geçerli. Pek çok batı ülkesi Asyalaşma yolunda; merkezileşiyor, standartlaşıyor ve daha mekanik hale geliyor. Zhao bu durumu şu şekilde eleştiriyor: Her ülkenin elbette belli eğitim standartları olmak durumunda, ama bunu kendi eğitim ve sosyal gerçeklikleri üzerine inşa etmek durumundadır. Dolayısıyla doğrudan ithal yöntemlerle yeni bir gerçeklik inşa etmek, Türkiye’de de uzun yıllar denenmiş, ama etkin sonuçlar ortaya koyamamıştır. Bununla birlikte kör bir kopyalamadan ziyade, yöntemlerin nasıl uygulamaya konulduğuna odaklanmak ve eğitimde akademik başarısı önde ülkelerin geçmişte yaşadığı zorlukları nasıl aştıklarına bakıp ders çıkarmak daha yerinde olacaktır.
Sonuç olarak, 2023’e beş kala, eğitimde kat edeceğimiz yolda ayağımıza takılan taşlardan kurtularak, kendi gerçekliğimizin farkında olarak, bir tür restorasyonla ilerlememiz gerektiği açık. Bu kendinden emin, temkinle izlenen yol, beraberinde Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında görmeyi beklediğimiz ekonomik ve sosyal kalkınmayı da getirecektir. İşbirliği, tutarlılık ve bütünlüğün olduğu eğitim politikalarıyla birlikte yapılacak restorasyon, nihayetinde 2023’te büyük bir reformla sonuçlanmış olacaktır.