Ne biçim bir “savaş oyunu”, “plan semineri”, “tatbikat planı” ise, yeni hükümet kuran, varolan AKP hükümetini işbaşından uzaklaştıran, ne hikmetse cami bombalama timleri belirleyen (bunlar da açıklandı) bu plan şüphesiz ilginç olduğu kadar korkunç ayrıntılarla dolu. Öyle bir “oyun” ki, gerçeklik yanılsaması sağlamak için (her oyun aslında gerçekliği taklit eder ya) iki yüz bin kişi stadyumlarda toplanıyor, bazı gazeteciler şaka olsun diye gözaltına alınıyor (ve herhalde etkiyi güçlendirmek için, bu işte görevli timlere “evlerinden alın ama buraya kadar getirmeyin” diye tembih edilecektir). Gene de, bu gibi ilginç ve korkunç somut ayrıntılardan çok, bunları üreten zihniyetin karakteri bana anlamlı geliyor.
Örneğin şöyle bir hedef:
“Devlet ve kamu erkinde, en üst kademeden en alt kademeye kadar bütün kadroların temizlenmesi ve 1923 zindeliğine ulaşılması esas alınacak.”
Yani Cumhuriyet’in kuruluş yılına dönüyoruz, çünkü o yılın zindeliğini özlüyoruz, onu kaybetmiş olmamıza hayıflanıyoruz. Bunu söylemenin bir başka biçimi, o zamandan bu zamana geçen seksen yedi yılın boşuna yaşanmış olduğudur. Bu seksen yedi yılda yaptığımız hiçbir şey, kaybolan o “zindelik” karşısında bir değer taşımıyor.
Peki, bunun doğru olduğunu hiç tartışmadan kabul ettik. Seksen yedi yılı sildik ve kendimizi o zindelik ortamında bulduk. Şimdi ne olacak? Ne yapacağız?
Biz ne yaparsak yapalım, bizden bağımsız işleyen, yani geçen zaman var. Yani seksen yedi yılı silmemize rağmen, aradan bir seksen yedi yıl daha geçecek ve bizim gibi “zindelik” meraklısı olmayan toplumlar 2070 yılını yaşarken biz de bir kere daha 2010 (daha doğrusu 2003) yılına gireceğiz. Nasıl gireceğiz?
Anlaşılan “zinde” ruhumuzu koruyarak girmek birinci öncelik. Tamam, burasını anladık da, nasıl olacak bu? Üstelik o 1923’te hiç birimizin taş çatlasa tırnağı olamayacağı Atatürk vardı ve daha 15 yıl olmaya devam etti. Buna rağmen, bir şeyler rayından çıktı ki, şimdi bu istenmeyen, hattâ nefret edilen noktaya geldik.
Demek ki, plana göre kendimizi 1923 zindeliği ortamında bulduğumuzda, 1923’te yapılmayan bazı şeyleri yapmamız gerekiyor (tecrübenin kazandırdığı bilgelikle). Örneğin 1924’te Hilafet’i ilga etmiş ve hanedanı ülkeden sürmüştük. Bu sefer işi daha sıkı tutmalı, ağzından “Halife” lafı çıkanı olduğu gibi, kafasından “Halife” lafını geçirdiğinden kuşkulandığımız herkesi de oracıkta tepelemeliyiz. Bugünkü çerçevede de bu AKP’ye oy vermiş herkesi kapsar. Benim gibi oy vermeyip de başka türlü arka çıkanları haydi haydi kapsar.
Yani epey kanlı bir başlangıç olmak zorunda bu ikinci 1923. Olsun varsın. İkinciler genellikle öyle olur. Üstelik, dün değindiğim kutsal soyutlamaların karşısında insan hayatının sözü olmaz. Ama daha ciddi bir ilke sorunu var. Büyük Atatürk böyle yapmadığı halde biz yapıyoruz. Öyleyse onun yolundan sapıyor muyuz? Bu, toplumun yarısının boğazlanmasından daha ciddi bir soru.
“Şimdi sağ olsa o da öyle yapardı” diyerek işin içinden çıkabiliriz belki. Ne de olsa, O’nun ne yapacağını yorumlama yetkisi de bizim elimizde. Çünkü O’nun Halife’si biziz.
Bütün bunlar, bana, ilk 1923’ten bu 2010’a gelişin başka türlü bir seksen yedi yılı olabileceği konusunda inandırıcı bir senaryo gibi görünmüyor. Tarihte pek çok şey olduğu gibi olmuştur, çünkü başka türlü olması mümkün değildi. Yani bu orgeneralin saati geri alma girişiminden seksen yedi yıl sonra başka bir orgeneral de zindelik kaybından şikâyetçi olabilir. Biz zaten gerçek tarihimizde de, 1960’ta, 1971’de, 1980’de, saati geri almamış mıydık?
Asıl şaşırtıcı olan, bu “laik” zihniyetin, Müslümanların “asr-ı saadet” kavramıyla ne kadar uyumlu bir biçimde örtüştüğü. Birilerine göre Hazreti Muhammed’in sağlığında her şey iyiydi ve ideal o zamana dönmektir; birilerine göre de her şey Atatürk’ün sağlığında iyiydi ve o zamana dönmek bizim idealimiz olmalıdır. Özel adlar değişik ve cümleyi de biraz farklı kurdum, ama mantık aynı mantık.
TARAF