17 Aralık 2013 tarihinde patlak veren ve kamuoyunda 17 Aralık Operasyonu olarak anılan Gülen Hareketi'nin hükümete darbe vurmaya yönelik adımlarının ümmet coğrafyasında nasıl yankı bulduğunu gazeteci-yazar Ahmet Varol ile konuştuk.
***
Ahmet Varol: Kimlik ve Siyaset Çatışması Var
Zehra Türkmen: 17 Aralık operasyonuyla beraber Türkiye farklı bir mecraya sürüklenmeye başladı. Gülen Hareketi ve AK Parti arasındaki gerilim birlikteliği kopma noktasına getirdi. Sizce 17 Aralık Operasyonu ile başlayan Türkiye’deki tartışmalar, ümmet coğrafyasında yer alan İslami hareketler ve statükocu mevcut yönetimler tarafından nasıl değerlendiriyor?
Ahmet Varol: Olayın dünya kamuoyuna bu arada İslâm âlemine yansıtılması konusunda görmemiz gereken bir gerçek var. Operasyonları yönlendirdiği artık gün yüzüne çıkan Pensilvanya'daki komuta merkezi dünya kamuoyunun da kendi penceresinden görmesini sağlayabilmek için yoğun çaba harcadı. Bu çabasında önemli başarı gerçekleştirdiğini kabul etmek zorundayız. Çünkü olayları dışa yansıtırken haber diline ağırlık verip vakıayı olduğu gibi yansıtıyormuş görünmeye çalışırken kesinleşmemiş iddiaları, ithamları tahakkuk etmiş hadiseler, gelişmeler gibi lanse etti. Dikta rejimleri ve küresel güçler de bu dönemde Türkiye'deki yönetimin tutumundan memnun olmadıkları için onların hizmetindeki medya organları "paralel medya" olarak nitelendirilen haber kaynaklarının önlerine koyduğu iddialardan hoşlandı ve onları "doğru bilgi" gibi kamuoyuna yaymaya çalıştılar. Yayılan bilgilerin şimdilik sadece bir iddia düzeyinde olduğunu ortaya koyan bilgilendirme ise zayıf kaldı.
Böyle bir medya kuşatması ister istemez etkili oldu ve zihinlerde yolsuzluklar depremiyle çalkalanan bir Türkiye, yolsuzlukların üstünü örtmek için özgürlükleri kısıtlayan ve bazen bu kısıtlamaların neden olduğu toplumsal olaylarla karşı karşıya kalan hükümet manzarası oluştu. Bu şartlarda seçime girecek bir siyasi iktidarın geçmişte gösterdiği performansın çok gerisinde kalacağı düşünüldü ve yorumlar da çoğunlukla bu yönde bir yönlendirme yaptı.
Bu durum karşısında seçimlerde güç kaybedecek Tayyib Erdoğan'ın iktidarda kalmakta ısrarlı olamayacağı öngörüldü. Arap toplumlarındaki zulüm rejimlerine karşı kazanılan zaferleri geri alma savaşı veren dikta rejimleri ve onların destekçileri ümitlenirken, Filistin davasına ve özgürlük mücadelelerine desteğinden dolayı bu yönetimin devam etmesini arzulayan halk tabanı ve özellikle İslâmî kesim de telaşa kapıldı.
Ancak başbakanın mitinglerinde toplanan büyük kalabalıklar onun halk tabanında güç kaybettiği ve seçimlerden sonra iktidarını sürdürmesinin zor olacağı yorumları üzerinde ciddi tereddütler oluşmasına yol açtı. Paralel medya bu tereddütleri izale etmek için o görüntülerin gerçeği yansıtmadığı, basına yansıtılan fotoğrafların montaj olduğu iddialarından yararlanmaya çalıştı. Bu itibarla montaj iddiaları içerideki kamuoyundan ziyade dışarıdaki kamuoyunu etkileme amaçlıydı. Çünkü içerideki kamuoyu açısından mızrağın çuvala sığdırılmasının mümkün olamayacağı zaten biliniyordu.
Bu sebeplerden dolayı İslâm dünyasında gelişmeler yakından izleniyor ve seçimlerin sonuçları büyük bir heyecanla bekleniyordu.
-Hizmet Hareketi’nin 160’dan fazla ülkede eğitimsel ve ekonomik çalışmaları var. Tabii ki Müslüman ülkelerde de. 17 Aralık 2010’da başlayan Arap Baharı veya devrimler sürecinden önce Gülen Hareketi’nin bu coğrafyalardaki diktatörlük ve vesayet rejimleriyle nasıl bir ilişki ağına sahiptiler ve devrimler sürecini nasıl karşıladılar?
-Bu hareket tamamen kendini merkeze koyan bir harekettir. Onun için önemli olan ilişkilerinden elde edeceği çıkarlardır. Dolayısıyla faaliyetlerinin önünün açılması için hakim sistemlerle her zaman iyi bağlantılar kurmaya, rejim karşıtı İslâmî oluşumlardan ise çok uzak durmaya çalıştıkları biliniyor. Bu tutumları onların çalışmalarını yakından izleyenler tarafından da çizgilerinin biraz daha iyi tanınmasına vesile oldu. Ama dikta rejimlerine karşı verilen mücadelelerde hedef hâkim sistem olduğundan işbirlikçi yapılanmaları da kapsayacak bir tasfiye faaliyeti içine girilmedi ve Pensilvanya merkezli kurumlara dokunulmadı.
Ayrıca Türkiye'nin özgürlük mücadelelerine olumlu yaklaşması sebebiyle dikta rejimlerine karşı kazanılan zaferler sonrasında "Türkiyeli" kimliği taşıyan kurumlara dokunulmamasına özen gösterildi. Dikta kalıntısı bazı grupların kontrol edilemeyen kasıtlı provokasyonları dışında Türkiyeli kimliği taşıyan tüm faaliyetler herhangi bir ayrım yapılmaksızın himaye edildi.
O yüzden Pensilvanya'dan organize edilen ve çoğunlukla eğitim, yatırım ve yardım şemsiyesi altında yürütülen faaliyetler devrim aşamasında hâkim sistemlerle kurdukları köprülerden ve onlara verdikleri destekten, devrim sonrası yeniden yapılanma aşamasında ise Türkiyeli kimliğinden istifade ettiler. Ama Türkiye'deki yönetimin onları karşısına alması durumunda Türkiyeli kimliğinin işlerine yaramayacağı açıktır.
-Coğrafyamızda devrim süreçlerin yaşandığı bölgelerde Hizmet Hareketi okullarının ve TUSKON girişimcilerinin nasıl bir fonksiyonu ve ilişki ağı vardı?
-Bu süreçlerde doğrudan bir fonksiyonlarının olduğunu sanmıyoruz. Dolaylı fonksiyonları ise her zaman statükocu olmuştur. Bilindiği üzere statükodan ve hâkim sistemden yana olma geleneklerini sadece Türkiye'de ve sadece son dönemde Tayyib Erdoğan hükümetiyle karşı karşıya gelmelerinden sonra bozmuşlardır. Bunun sebebi de küresel statükoyla olan çıkar ilişkilerini yerel statükoyla ilişkilerine tercih etmeleridir. Türkiye'deki hükümetle ilk çatlağın da zaten Mavi Marmara katliamı sonrası takındıkları tavırdan kaynaklandığı bizzat Gülen örgütü müntesiplerinden olan yorumcuların ağzından itiraf edilmiştir.
Statükocu geleneklerini Arap dünyasındaki dikta rejimlerine karşı halk devrimlerinin başlatıldığı süreçte ve sonrasında genellikle bozmadılar. Ama devrim sonrasında halkın kazanımlarının geri alınması ve dikta rejimlerinin geri dönmesi için eski statükodan yana tavır aldıkları hatta bu süreçte daha aktif rol oynadıkları söylenebilir. Bunun da yine küresel statükoyla ve halk devrimlerinden dolayı ciddi endişelere kapılan siyonist işgalle ilişkilerinden kaynaklandığı tahmin ediliyor. Bilhassa Mısır'da Pensilvanya merkezli kurumların, Mursi iktidarına karşı başlatılan fitne savaşına destek verdikleri söyleniyordu. Sisi darbesinden sonra desteklerini çok açık ve belirgin hale getirdiler.
-Fetullah Gülen kadroları Türkiye’de Tayyip Erdoğan’a karşı başlattıkları yıldırma ve tavsiye sürecini bu ülke yöneticilerine ve ileri gelenlerine yansıtıyorlar mı?
-Bunu özellikle dikta rejimlerinin hâkim olduğu ülkelerde yapmaya kalkışmaları halinde yardım şemsiyesi altında dahi en ufak bir faaliyet yürütmelerine izin verilmeyeceğini çok iyi biliyorlar. Hatta dikta rejimlerinin devrildiği yerlerde devrim süreci öncesine ait sicilleri iyi olmadığı için nispeten istikrara giden ülkelerde dışa yansıyan tutumlarında, geçmiş sicillerinin açılmasına neden olacak şekilde ayaklarını yan basmaktan çekinmeye özen gösterdiler. Ama halkların zaferlerinin geri alınması için fitne savaşlarının başlatıldığı yerlerde de söz konusu fitne operasyonlarını organize edenlerle bağlantılar kurmayı ihmal etmediler.
-Bülent Arınç son tartışmalarda “Fetullah Gülen cemaatinin üstünde bir üst akıl var” şeklinde konuştu. Başbakan Tayyip Erdoğan ise Gülen operasyonunun bazı küresel vesayet güçleriyle irtibatından bahsediyorken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Danimarka’da “bu olayları dış komployla izah edemeyiz” tarzında açıklamada bulundu. Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili bu farklı beyanatları nasıl algılayacağız?
-Bu konuda devletin üst kademelerdeki yetkililerin her birinin bakış açısı farklı olabilir. Ama bir insanın dayandığı verilere veya bu verileri tahlil yöntemine binaen isabet etmesi de yanılması da mümkündür. Yanlış bir tespitten dolayı mutlaka yanıltma niyeti taşıdığı iddia edilemez. Ama birbiriyle tamamen çelişen iki farklı tespitin ikisi birden doğru olamaz. Biri doğruysa diğerinin yanlış olması gerekir.
Hangi görüşün ve analizin isabet ettiğine hükmetmek için olayları, tavırları ve ipuçlarını tahlil etmemiz bize yardımcı olacaktır. Onun için bazı sorular sormakta yarar görüyoruz. Mavi Marmara katliamından sonra Avrupa Birliği'nin ve ABD'nin bile açıktan savunmadığı siyonist katilleri bu örgüt neden savundu ve şehit edilenleri suçlu katilleri meşru ilan etti? Bunu ancak ya onlardan olmakla ya da birtakım çıkar ilişkilerinden dolayı onların hesaplarını kurtarma çabası içine girmekle izah etmek mümkün olabilir.
Normalde Türkiye'deki yönetime karşı sürdürdükleri kıyasıya mücadele hem geleneksel statükocu tutumlarına hem de "cemaat" merkezli pragmatist siyasetlerine tamamen terstir. Çünkü bu kavganın hem taraftar tabana hem de uzun yıllar süren çalışmaların ürünü olan yapıya ağır bir maliyetinin olacağı biliniyordu. Eğer bu zararı göze almanın büyük fotoğrafta bir karşılığı yoksa böylesine katı, kıyasıya kavgayı, geri adım atmadan, üstelik İslâmî kesimin bütün kanatlarını da karşılarına alarak inatla sürdürmelerini ne ile izah edeceğiz?
İlan ettikleri kimlikle izledikleri siyasetin tamamen birbirine ters düştüğünü manzaraya dışarıdan bakan herkes görüyor. Taraftar kazanma ve tutmada kullandıkları kimlik her zaman İslâm olduğu hatta bunda etkili olabilmek için yerine göre "rüyada peygamberden talimat alma, onunla istişare toplantısı yapma" iddialarına varıncaya kadar itikadî açıdan sorun oluşturan iddialardan yararlandıkları halde küresel güçlerle köprüler inşa ederken neden hep bu kimliklerini ikinci plana ittiler? Neden çatışmalı bölgelerde Müslüman mazlum halkları mahkûm ederken hâkim güçlerin savunuculuğunu yapma ihtiyacı duydular? Bu tutum küresel çapta bir "üst akıl"a işaret etmiyor mu?
-İslam coğrafyasında birçok bölge maalesef zulüm altında. Tunus, Libya, Yemen, Fas henüz huzur bulmuş değil; Mısır’da Suriye’de de diktatör rejimler tarafından kardeşlerimizin kanı akıtılıyor. Ve özellikle Suriye meselesinde ve Mısır’daki Sisi darbesine karşı neredeyse Türkiye Hükümeti dışında insanlıktan ve özgürlüklerden yana tavır almak konusunda öne çıkan ülke olmadı. Oysa 17 Aralık Operasyonu ile Başbakan Erdoğan ve Hükümet çökertilmek istendi. Devrimler sürecinin yaşandığı halkı Müslüman ülkelerde Erdoğan Hükümeti’ne karşı “yolsuzluk operasyonu” başlığı altında yürütülen yıpratma savaşı nasıl okunuyor?
-Türkiye'yi ezilen halkların yanında ve dikta rejimlerine karşı görmek isteyen kitlesel taban elbette bu iddialara özellikle bu iddialara dayandırılan tahminlere, beklentilere yani bütün bu yolsuzluk çalkantılarından sonra artık Tayyib Erdoğan hükümetinin devam etmeyeceği öngörülerine inanmak istemedi. Miting meydanlarının dolmasından dolayı rahatlaması bu yüzdendi. Ama ne yazık ki Pensilvanya merkezli haber kaynaklarının ve onlardan beslenen diğer medya organlarının yürüttükleri zihinleri kuşatma hamlesi etkili oldu ve birtakım tereddütlerin oluşmasına yol açtı. Ama seçimlerden çıkan sonuçların tahmin edilenlerin çok üstünde olması söz konusu medya kuşatmasının etkisini büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Çünkü bu medya kuşatmasını besleyenlerin dışa dönük öngörüleri içe dönük olanlardan çok daha insafsızcaydı. O yüzden seçimlerin Erdoğan hükümetinin sonunun başlangıcı olabileceği korkusu vardı. Sonucun öyle olmaması üzerine insanlar iddiaları sorgulamaya başladı ve "yolsuzluk iddiaları vakıayı yansıtsaydı hükümetin halktan aldığı desteği artırması mümkün değildi" diye düşündüler. Bu sorgulama ve düşünceyle birlikte kendilerine başka kaynaklardan da önemli bilgilerin ulaşması iftira ve yalan temelli medya kuşatmasını yarmasına imkân verdi.
Milat