Abdulbaki Değer’in Karar gazetesinde yayımlanan yazısı (16 Temmuz 2019) şöyle:
Yakın dönem itibarıyla toplumsal hafızada derin izler bırakan pek çok olay temmuz ayında yaşandı. Toplumsal, siyasal kırılmalar için yapılan ve yapılış amacına göre de iş gören bu hadiselerden birisi 35 insanımızın hayatını kaybettiği 2 Temmuz 1993’teki ‘Madımak Olayı’ydı. Bu olaydan 3 gün sonra gerçekleşen ve PKK tarafından 33 insanımızın öldürüldüğü olay ise toplumsal/siyasal kutuplaşmayı derinleştirmeyi amaçlayan başka bir karanlık hadiseydi. Tarihe ‘Başbağlar Katliamı’ olarak geçen hadise tıpkı Madımak olayı gibi yürek yakmaya devam ediyor. Yine temmuz ayının karanlık katliamlarından birisi de efsanevi lider Aliya’nın ‘Savaşta büyük zulme uğradınız. Zalimleri affedip affetmemekte serbestsiniz. Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır’ şeklindeki uyarılarının önemli gerekçelerinden birisi olan 11 Temmuz 1995’teki ‘Srebrenitsa Katliamı’dır. ‘Krivaya 95 Harekâtı’nın bir parçası olarak Srebrenitsa’yı Temmuz 1995’te işgal eden Ratko Miladiç komutasındaki ağır silahlı Sırp ordusu en az 8 bin 372 insanı genç-yaşlı demeden öldürdü. Sırpların sistematik kıyımlarına Avrupa/Batı, en hafif ifadeyle yardım ve yataklık etti. BM’nin Srebrenitsa’yı güvenli bölge ilan etmesi ve sözüm ona “Barış Gücü” olarak kentte bulunan 600 Hollandalı askerin katliama alan açması, bu suçun en somut örnekleri. ‘Srebrenitsa Katliamı’ bugün Boşnaklar ve Müslümanlar için değil tüm insanlık için ciddi uyarılar barındırıyor.
15 Temmuz 2016 tarihli FETÖ ihanet kalkışması ise sadece yakın tarihimizin değil tüm siyasi tarihimizin en ağır, sinsi ve sıra dışı saldırılarından birisiydi. Diğer darbelerden farklı olarak uzun yıllara yayılan hazırlık süreci, örgütlenme mantığı ve şekli, kadrolaşması, küresel ilişki ağı, söylemi vs. ile beliren soft bir ‘cemaat’ yapılanmasının medya, hukuk üzerinden başlattığı darbe süreci 15 Temmuz’da güvenlik güçlerinin kullanımıyla zirve noktasına ulaştı. Milletin destansı direnişi ile püskürtülen kalkışma ardında 248 şehit, 2 bin 196 yaralı ve sayısız mağdur bıraktığı gibi aynı zamanda yapısal sıkıntılarla malul devlet yapılanmamızı iyice içinden çıkılmaz bir hale sürükledi. Güvenlik sistemimizin asli bileşenleri emniyet ve ordu, devletin olmazsa olmazı yargı bürokrasilerinin yanı sıra tüm kurumsal varlığımız üzerinde ‘güvenilmezlik’ bulutlarının dolaştığı, devletin kalkışmayla adeta hem varlık hem de meşruiyet krizine girdiği kaotik bir sürece şahitlik ederken aynı zamanda yaşanan kalkışmayı adeta kollayan, milletin destansı direnişinden rahatsızlık duyan küresel sistemin, bu sistemin merkez ülkelerinin ilkesiz ve ahlaksız siyasetine de tanıklık ettik.
Milletin iradesini hedef alan kalkışmanın üzerinden üç yıl geçti. Bu ihanet kalkışmasının yıldönümünün hem ahvalimize dönük bir muhasebe çağrısı hem de hafızamızın diriliğine dair esaslı bir iddia olduğunu belirtelim. Kolektif hafızamızda anlamı ve önemi olan bu tür hadiselerin anılmasının/hatırlanmasının sahici bir nitelik kazanması için bazı hususların altını özenle çizmemizde fayda var. En kudretli devirlerinde bile ihanetlerin, karanlık hesapların, çetrefilli ilişkilerin tesis edilebildiği bir coğrafyadayız. Ulusal, bölgesel ve küresel gelişmelerin netameli bir vaziyete yol verdiği kritik süreçlerde zaten en umulmadık insan ve yapıların ne tür savrulmalar geçirdiğini acı deneyimlerle öğreniyoruz, biliyoruz. Tabii, öğrenmenin, bilmenin sınırı yok. Şayet öğrenmemize ve bilmemize eşlik eden bir pratiğiniz yoksa zaten öğrenme(miz)/bilme(miz) anlamsız; varlığı da tartışmalıdır. Çünkü bilme/öğrenme; zihinsel bir kazanımı değil, geçerliliği-güvenilirliği tavır, tutum ve davranışlarımızla sınanan performatif bir vaziyeti gerektiriyor. O yüzden tecrübeli olmak sizin veya başkasının yaşadıklarından alınması gereken dersi almak ve istikameti bu dersler üzere tayin etmektir. Yoksa yaşadığımız şeylerin çokluğu, başımıza gelen bela ve musibetlerin fazlalığı engin deneyimimize değil tersine akılsızlığımıza, tedbirsizliğimize, yetersizliğimize ve yüzeyselliğimize işaret eder.
Altını çizmemiz gereken bir husus da hafıza sahibi olmaktır. Yaşadıklarımızı unutmamak, başımıza gelenlerden gereken dersleri çıkarmaktır. Yaşatılanları, yaşatanları bilmek, farkında olmaktır. Yukarıda da alıntıladığım İzzetbegoviç’in tarihi saptamasında dile geldiği gibi: “Soykırımı unutmayın, çünkü unutulan soykırım tekrarlanır.” Lakin mesele burada bitmiyor. Unutmamanın veya hatırlamanın keyfiyeti de hayati önemde. Unutmamamız veya hatırlamamız yetmiyor ayrıca bunu nasıl yaptığımız önemli. Değil mi daha 70-80 yıl önce toplama kamplarında insanlık tarihinin büyük trajedilerinden güç bela canını kurtaranlar; bugün aynı trajediyi Filistinlilere yaşatmakta hiç de zorlanmıyorlar. Zorlanmıyorlar, çünkü çoğu zaman unutmamak veya hatırlamak yaşadıklarına esir düşmektir. Hafızanın, deneyimin esaretine girmektir. Geçmişin bugüne uzanması, bugünü ifsat etmesidir. O yüzden atlatılan her büyük hadise, başa gelen her acı olay layıkıyla kavranmamış ve dört başı mamur ele alınmamışsa anma ve hatırlama girişimlerinde karşımıza çıkan abartılı sembolizm maalesef söz konusu eksikliği perdeleme performansı oluyor. Baudrillard’ın yerinde ifadesiyle meselenin pornografikleşmesi, içerik yitimine maruz bırakılmasıdır. Belirli bir periyotlarla cari sistemi vesayet kodlarına döndüren darbe geleneğimizin nev-i şahsına münhasır kalkışması olan 15 Temmuz darbe girişimini ve FETÖ’yü unutmama/hatırlama çabamızı, örgütün ve kalkışmanın sıra dışılığı üzerinden değil bireysel ve kurumsal işleyişimizdeki eksiklikler, yanlışlıklar üzerinden vermeliyiz. Yapısal sorunlarımızdan insan kalitemizdeki eksikliklere ve zaaflara uzanan bir özeleştiriye ve bunları giderecek düzenlemelere yol vermeliyiz.
Aksi takdirde yukarıda da dile getirildiği gibi anma girişimleri yapılması gerekenlere karartma uygulayan tuzaklara dönüşebilir. O yüzden Türkiye’nin hatta dünyanın kritik günlerden geçtiği şu tarihsel eşikte devletin hak ve özgürlükler temelinde yapılanmasının gerçek anlamda bir hatırlama/unutmama anlamına geleceğini bilmek durumundayız. Hatırlama/anma; tarihe/hayata karşı bir meydan okumadır. Isırılan yerden bir daha ısırılmama, eksiklerden, zaaflardan gerekli dersleri almadır.
İddianın, meydan okumanın sınanacağı yerin pratiğimiz olduğu açık. Bu hadiseyi ve aktörlerini küçük görmek anlamına gelmez. Benzer hadiselere, aktörlere karşı yapıyı, zemini güçlendirmektir. Devleti kapanın elinde kaldığı, karanlık mahfillerin içinde yuvalandığı, yakınlık-yandaşlık üzerinden birtakım yapıların örgütlendiği derme-çatma bir yapı olmaktan çıkarmaktır. Sistemin kurumsal işleyişini, denge-denetleme mekanizmalarını, personel rejimini temel hak ve özgürlüklerin yanı sıra günümüzün yönetim anlayışına uygun şekilde yapılandırmaktır. 15 Temmuz ihanet kalkışmasının bizi sürüklediği güvenlik krizinden, asayişçi iklimden sıyrılarak özgürlük-güvenlik hassas dengesinin yeniden tesis edildiği ve sivil siyaset alanın çeşitliliğe ve çoğulculuğa imkân tanıyan bir zemine, iklime tekrar kavuşmasını besleyecek adımları atmaya özen göstermektir. Unutmayalım 15 Temmuz ihanetinin failleri-müsebbipleri tarih, toplum ve adalet önünde zaten mahkûm ve gayrımeşru durumdadırlar. Anma/hatırlama çabamızın özü itibariyle bize ve bugünümüze/yarınımıza dönük bir duyarlılık olduğu ve dolayısıyla mükellef olduğumuz hak ve adalet mücadelesini yükseltmek ile ilintili olduğu açıktır. Evet, 15 Temmuz FETÖ’nün milleti hedef alan hain saldırısıdır. Ancak aynı zamanda 15 Temmuz ve FETÖ, bu ihanet ve şer şebekesi için mümbit bir zeminin, yapının, ilişki ağının ve iklimin varlığının da işaretidir. Bizim anma ve hatırlamamızda önemli olan 15 Temmuz şanlı direnişi ve hain FETÖ kadar bu zeminin, yapının, ilişki ağının ve iklimin sorun edilmesidir. Aynı zamanda FETÖ ile mücadelenin esas önemli ayağının zemini, yapıyı, ilişki ağını, zihniyeti, felsefeyi, sorun çözme tarzını ve iklimi dönüştürme mücadelesi olduğunu bilmek ve ona göre davranmaktır.