Darbe girişiminden ilk haberdar olduğumda E-5’te Okmeydanı dolaylarında sıkışan trafikte adım adım ilerliyordum. Trafik göstergeleri Boğaziçi Köprüsü dâhil kıpkırmızıydı. Radyoyu açarak bu sıkışıklığın neden kaynaklandığını öğrenmek istedim. Önce terör alarmı verildiği ve köprünün karşı istikamette kesilmiş olduğu bilgisini edindim. Aklıma bir gece önce Nice’te meydana gelen terör saldırısı nedeniyle önce Daesh, sonra da PKK geldi. Yarım saat sonra ancak Mecidiyeköy kavşağına ulaştığımda, Başbakan Yıldırım’ın “vahim bir kalkışma” ve “bu, bir çılgınlık” sözlerinden bir darbe girişiminin söz konusu olduğunu anladım.
Radyo darbecilerin TRT’de okuduğu bildiriyi aktardığında önce ürperdim, bir süre sonra metrobüs yolundan iki askeri araç geçince iyice kaygılandım. Ama Türkiye’nin mevcut koşullarında askeri bir darbenin gerekçesinin bulunmadığına inandığımdan darbe girişiminin başarılı olabileceğine ihtimal vermek de istemiyordum.
Boğaziçi Köprüsü’ne dura kalka saatte 20 kilometre hızla yaklaşmaya çalışırken, hükümet cephesinin “TRT bildirisine itibar edilmemesi” yönündeki uyarısıyla kaygılarımdan bir anda kurtuldum. Neden Türkiye’de İspanya’nın 35 yıl önce yaşadığı, dönemin Kralı Juan Carlos’un müdahalesiyle başarısız kalan darbe girişiminin bir benzeri yaşanmasındı ki?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, halkı darbeye karşı sokağa çıkmaya çağırdığında, aradan ne kadar zaman geçmişti tam hatırlamıyorum ama kafamda evirip çevirdiğim sorunun karşılığını da bulmuştum. Darbe girişimi başarısız olursa, Sayın Cumhurbaşkanı, İspanya’nın eski Kralı Juan Carlos’un 35 yıldır elinde tuttuğu demokrasi bayrağını devralırdı. Darbeyi başarısız kılan bir politikacı, değil siyasi arenada, tarih sayfalarında da yerini alırdı.
Bu düşünceyle köprünün Anadolu yakasındaki gişelerinden geçerken saatin 00. 30 olduğunu fark ettim. Normalde en fazla bir saatte varılacak yere 2 saatte varmıştım ama sinirlenmek bir yana halkın sokaklara indiği yönündeki haberlerle umutlanmaya başlamıştım. Arabanın içinde olasılıkla başarısız kalacak bir darbeyi yaşıyordum.
Altunizade’de Şile yoluna saptığımda trafikteki anormalliğin devam ettiğini gördüm. Trafik adeta kilitlenmişti. Tantavi tüneli çıkışında tamamen durdu. Arabaların bir kısmı Ümraniye’ye dönüyordu ama orası da ilerlemiyordu. Şile otoyolunu kamyonlarla kesmişler, geçişe izin vermiyorlardı. Yol karşı yönden de polis tarafından kesilmişti. Halk radyoları açık vaziyette arabalarından inmiş, söyleniyor, darbecilere lanet okuyordu. Bir süre sonra sürücüler arasında koyu bir sohbet başlamıştı bile.
Bir süre sonra MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin darbeye karşı çıkışının haberi geldi. İnsanlar Bahçeli’yi gıyabında alkışlarken, CHP’nin neden geç kaldığı, böyle bir durumda herkesin darbeye karşı birleşmesi gerektiği konuşulmaya başlanmıştı. Yanımdaki arabanın sürücüsü hanımefendiyle konuşurken, 20’li yaşlardaki kızının, “Tayyip’in polisleri neden yolu açmıyorlar?” diye söylendiğini duydum. CHP’li bir aileydi anlaşılan, ama annesi kızına yolu kapatanların FETÖ’nün polisleri olduğu uyarısını yaptı. Bu, toplumumuzun nasıl anlamsız şekilde bölünmüş, kutuplaşmış olduğunun ama aynı zamanda darbeye karşı birlikteliğinin de somut bir göstergesiydi.
Aradan bir süre daha geçtikten sonra bir grubun, ellerinde bayraklar ve Cumhurbaşkanı lehine tezahüratla karşı yönden geldiğini gördük. Arabalar kornalarla tempo tutarak, el sallayarak grubu selamladı. Ardından yine pencerelerinden bayraklar sallanan arabalar korna çalarak karşı yönden geldi ve emniyet şeridini zorlayarak geçmeye başladı. Yolu tutan polis arabası çekilerek trafiği açınca, bu kez kornalarımıza asılarak Şile yönünde de yolu açtırdık. Ama 5-6 kilometre ileride yeni bir barikat nedeniyle yeniden durmak zorunda kaldık.
Saat 1.30 dolaylarında El País’teki gazeteci arkadaşım Juan Carlos Sanz beni arıyor, neler olduğunu soruyordu. Ben tereddütsüz “Türkiye’nin 23 F’i” diye cevap verdim. İspanyollar, hele o günü yaşamış olanlar için, bu çok şey ifade eden bir cümleydi. Ama bana sorduğu sorulardan tatmin olmadığı izlenimi edindim. Yolda olduğum için internetten izleyemediğim Batı medyası neler yazıyordu ki darbenin başarısız kalacağından kuşku duyuyordu. Daha sonra Halil Berktay’ın konuyla ilgili yazılarını okuyunca bu konuda kendisine hak verdim. Gazeteye gönderdiği haber analizinin “Erdoğan’ın 23-F’i” başlığı o gece soru kipindeydi. (http://internacional.elpais.com/internacional/2016/07/15/actualidad/1468617987_680137.html).
Konuşmamı duyan ve uzun süre yolun açılmasını beraber beklediğimiz için kader dostu olduğumuz sürücülere de İspanya’nın 23 Şubat 1981’de neler yaşadığını ve o zamanki Kral Juan Carlos’un darbeyi nasıl önlediğini anlattım. Türkiye’de yaşadığımız, İspanya’nın 23 F’i ile birebir aynı değildi, 35 yıl önceki bir darbe girişimiyle aynı olamazdı tabii. Ama benzeyen önemli bir şey vardı. O da, darbe girişiminin emir-komuta zinciri içinde yapılmamasıydı. Beni de, yolun açılmasını bekleyen sürücüleri de umutlandıran buydu kuşkusuz.
Yol bir süre sonra açıldı ama Tepeüstü mevkiinde bir başka barajla kesildi. Saat artık 2.00 olmuştu. Yolun karşı tarafından insanlar ellerinde bayraklarla şehir yönünde ilerliyor, FETÖ aleyhine slogan atıyordu. Bizim taraftaki sürücüler de tempo tutarak alkışlarken, bu girişimin arkasında ABD’nin olduğu yorumları yapılıyordu. Cahil denilen halkın mantığı düzdü. FETÖ ve yandaşları ABD’de ise, arkasında da ABD vardı elbette.
Bir süre sonra birkaç sürücü yanımıza gelerek, yolu kesen polislerin üstüne yürüyüp yolu açtırmayı teklif etti. Bir grup oluştu ve konvoyun başına doğru yürümeye başladı. Bir süre sonra yol açıldı. Darbeciler ağır vasıtalara el koyup yolu kapamışlardı. Orayı geçtik, bu defa Çekmeköy dolaylarında bir başka barikatla karşılaştık ama fazla beklemedik. Belli ki darbeci grup dağıtılmış, ağır vasıtalar arasından tek şerit halinde de olsa geçiş verilmişti.
Alemdağ’daki evime yaklaşırken Taşdelen’de Çekmeköy İlçe Emniyet Müdürlüğü önündeki yolun kesilmiş olduğunu gördüm. Ama bu defa meydanı çoluk çocuk, vatandaşlar doldurmuş, darbeciler aleyhine slogan atıyordu. Saat 03.00 civarındaydı ama şikâyetçi değildim. Burada, Türkiye’de bir tarih yazılıyordu. Türkiye’yi Mısır sanan, halkını cahil gören darbecilere tokat atılıyordu. Yıllardır Türkiye’nin Mısır olmadığını, darbe olamayacağını yazıyor çiziyor ve ABD’nin böyle devam ederse dostlarını kaybedeceği uyarısında bulunuyorduk. Ama görünen o ki bizi de, söylediklerimizi de ciddiye almamışlardı.
O gece ya da sabah, saat 4.00 sularında eve geldikten ve darbenin tümünün püskürtüldüğünü gördükten sonra yatabildim. Adrenalin insanın yorgunluğunu da, uykusunu da alıyor. Benim geçişimden sadece yarım saat sonra köprüye tank getirip Avrupa-Anadolu yönünü de kapatan ve sivil arabalara da ateş açma cüretini gösteren darbecilerin ellerini havaya kaldırarak teslim olduklarını görünceye kadar televizyonu kapatıp yatamadım.
Başarısız kalmasına sevindiğim darbe girişimine gösterilen uluslararası tepkilerden, özellikle Halil Berktay’ın konuyla ilgili yazılarında ayrıntıyla aktardığı Batı medyasının analizlerinden tatmin olmadığımı, hatta bir ölçüde kaygılandığımı söyleyebilirim. Ayrı bir tartışma konusu kuşkusuz ama “stratejik” niteliğini çoktan kaybetmiş olan ABD ile ortaklığın bittiğini, ikili ilişkilerin gelecekteki seyrini, Washington’un bundan sonra Türkiye’deki seçilmişlere karşı tutumunun belirleyeceğini vurgulamak isterim. Bu yönde bir tutum değişikliğinin turnusol kâğıdını “özgür” medyasının haber, analiz ve değerlendirmelerinin oluşturacağının da altını çizerim. Kimsenin insanların zekâsıyla alay etme özgürlüğü olamaz elbette.
Serbestiyet