Yarın 15 Temmuz. Yani 15 Temmuz 2016 Darbe Girişiminin ve Yurtta Sulh Darbe Girişimine Karşı Kitlesel Direniş Eylemliliğinin arefesindeyiz.
28 Şubat 1997’den beri direnerek yükselttiğimiz Türkiye’deki kazanımlarımıza ve hak mücadelemize tuzak kuran;
İslam’ı emperyalist dünyanın istediği tarzda sekülerleştirme–protestanlaştırma çalışmalarına alan açarak Müslümanların kimliğini tahrif eden-etmeye yönelen;
Gayba taş atarak ve Musa kavmini saptıran Samirilik örneği gibi İslam akaidini, Kur’an akaidini Kutuplar, Gavslar, Mehdiler, gezen ruhlar, halüsünasyonlu rüyalar, sahte şefaat vaadleri ile bulandırıp nesilleri taklid, asabiye ve cahiliyye bataklığına çeken;
Tahkiki değil taklitçiliği, İslami uyanışı değil egemenlere sığınmacılığı ve jurnalciliği yaygınlaştırıp Cemaat evlerinde ve kurumlarında gencecik öğrencilerin dini telakkilerini efsunluyan ve içinde bolca şirk unsuru barındıran batini din telakkisiyle büyüleyen;
Kolejlerinde ve okullarında elemanlarını Pozitivistlerin standartlarında yetiştirip post-modern dini bir kimlikle mankurtlaştıran;
İçeriğini tahrif ettiği kardeşlik, itaat, bağlılık, fedakarlık, isar gibi kavramlarla mankurtlaştırdığı kız ve erkek öğrencileri ve dindar mensuplarını “sorulu sınavlar”da da, bürokrasi kademelerinde de, ekonomik hayatta da hırsızlığa ve şantajcılığa, komploculuk ve iftiracılığa, güç ve iktidar olma hırsı ile her türlü seyyieye, münkere, koğuculuğa, fitneye sevk eden;
Dini hatta İslami görünümlü “münafık” ya da “murcif” bir harekete tabii ki mesafe koymalı, tavır almalı, hatta kin duymalıyız.
Kur’an’da Rabbimiz Cehennemin yedi tabakadan oluşacağını bildiriyor. En alt tabakada da münafıkların yer alacağını… Bu zalimlerin münafık olup olmadığının kararını tabii ki Haşr günü Rabbimiz verecektir. Ama bunların ümmet maslahatına karşı psikolojik harp yürüten “mücrifun” oldukları ayan ve beyandır.
“Celalim hakkı için, münafıklık yapanlar, kalplerinde hastalık (fücûr) bulunanlar ve şehirde yalan-yanlış haberler yayıp ortalığı karıştıranlar (mücrifûn), eğer vazgeçmezlerse mutlaka seni kendilerine musallat kılarız…” (Ahzab, 33/60)
ABD ve AB’deki büyük sermaye ve şer güçleriyle ittifak kurup desteklerini alan, bir de 15 Temmuz’da mobilize ettiği batini mensuplarıyla 3 Temmuz 2013 Mısır - Sisi Askeri Darbesi gibi Türkiye’de darbe yapıp Türkiye’nin vesayetten kopma sürecini dizginlemek, İslami kazanımlarımızı durdurmak ve ümmet dayanışmasına uzanan ellerimizi kesmek isteyen Fethullah Gülen ‘Hocaefendi’ Hizmet Hareketi’ne tabii ki kin ve öfke duyacağız.
Türkiye’yi vesayetten uzaklaştırma çabaları içinde olan R. T. Erdoğan hakkında “Firavun” ve “Diktatör” ithamlarını, global sermayenin basın tröstleri gücüyle küreselleştiren bu fitne hareketi, Suriye Direnişi’ne destek vermesini bahane ederek Erdoğan’ı Layeh’de yargılatma hayaliyle büyük komplolar içinde olmuştu. Eski Başbakan A. Davutoğlu da, R. T. Erdoğan ve H. Fidan’la birlikte Filistin, Suriye, Arakan, Mısır gibi ülkelerdeki insanların -Müslümanların haklarını savundukları için FETÖ, Yahudi lobileri ve diğer güçler tarafından takibatta olduklarını belirtmişti.
Türkiye sivil ve askeri bürokrasisinde, eğitim süreçlerinde ve ekonomisinde insanların ve Müslümanların emeğini ve haklarını çalan, iftira dolu tezviratlar yayan, iktidar gücünü ele geçirmek için emperyal güçlere ajanlık yapan; 15 Temmuz’da insanımızın ve Müslümanların kanını döken bu gözü körelmiş, kalbi mühürlenmiş alçaklarla ilgili, Şer’i kısas ve ümmet maslahatı ile ilgili Tazir cezası bağlamında cezalandırma gücümüz olmamasına karşılık; tabii ki Mer’i hukukla da en azından insan hakları bağlamında cezalandırılmalarını istemek hakkımız.
Ama Rabbimizin bir çok ayette işaret ettiği gibi Maide Sûresi’nde “Ey iman edenler! Allah için kavvâmîn olun! (hakkı ayakta tutun!) Adaletli şâhidler olun! Ve bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın! O takvaya en yakın olandır. Allah’a karşı takva sahibi olun. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır.” (5/8)ayeti kerimesiyle de bildirildiği gibi bu zalimlere duyduğumuz kin ve öfke bizi adaletten saptırmamalıdır.
15 Temmuz’da tüm bilinçli Müslümanlar ile birlikte fıtri adalet duygusundan yana olanlar hem fiili hem psikolojik ağır yaralar aldılar. Bu alçaklar dindarlara yönelik güven duygusunu zedelediler, dini kavramlarımızı kirletip, Kemalist ve seküler yapıya malzeme sundular.
Belki 15 Temmuz’da en büyük gerilimi R.T.E. yaşadı. İlk elde kaçırılacak veya öldürülecekti. Tepkisinde haklıdır. Ama tepkisini fevri ve duygusal ifadelere döktüğünde icraatta ve siyasi kararlarda eleştirilere neden olmaktadır. Doğu Perinçek adlı materyalist ve eski sosyalist kapitalist bloğun savunucusu kişi, “Türkiye Yargısı’nın Altın devrini yaşadığı”nı ilan ederken, Erdoğan’ın sıkışmışlık pozisyonunu da ifşa etmiş olmaktadır.
Erdoğan, Türkiye’deki kokuşmuş yargı düzeninin sorumluluğunu üstlendiğini söylüyor. Kendi ifadesiyle Askeri Liselerden beri darbeci olarak yetiştirilen Kemalist subayların elindeki Ordu’nun sorumluluğunu üstlendiğini söylüyor.
Küresel kapitalizmin ve onların maşaları haline gelen PKK, PYD, Esed Milisleri, IŞİD ve Haşdi Şabi gibi örgütlerinin ve FETÖ karşıtı Kemalist cani lobilerin sıkıştırması karşısında, Ak Parti yandaşlığında tezvirata yönelen basın ve iddia makamları yargı süreçlerinde adeta her işi FETÖ mensupları tertipliyor görüntüsü veren söylem ve iddiaları toplumsal vicdanın adalet duygusunda ve duygumuzda zedelenmelere yol açmaktadır. Tabii ki Erdoğan’ın ve yandaş görüntüsü verenlerin bu naif tavrını eleştirmemiz, Gülen bağlılarının İslam alemi için vesayetten kopma sürecinde tırmanış şeridi oluşturan Türkiye’ye, yani ülke ve toplum bütünlüğüne büyük zarar verdiği, Müslümanların maslahatı ve çocukları açısından da büyük belalar oluşturulduğu konusunu ve vurgularını da örtmemelidir.
Ancak “Hizmet Hareketi”nden darbeci bir “FETÖ örgütü”ne dönüşen bu müfsid yapının öncü elemanlarından sempatizanlarına kadar bütünleştirici bir genelleme yapılmamalı, kandırılıp yönlendiren dindarlarla, batinileşmiş veya ajanlaşmış yönlendirenler ve darbede fiili görev almış olanlar ayrıştırılmalıdır. Tabii ki 28 Şubat öncesinden yargı sistemine sızıp adaleti katledenlerin, şimdi adalet arayışında olduklarını ironik bir tarzda izliyoruz. Ama bizim önerimiz icra makamının kin ile değil, basiret ile davranması noktasındadır.
Ahzab süresinde Rabbimizin ifade ettiği gibi kalpleri hastalıklı olanlara ve mücriflik yapanlara ıslah olma veya tevbe etme yolu açık tutulmalıdır. Bu konuda Gülen Hareketine yönlenmiş sempatizan kitleye içe kapanıp radikalleşecekleri bir tarzla değil -ki bu konuda tarz yanlışlıkları yapıldı-, tahkik edip aldanışlarını fıkhedebilecekleri bir hikmetle yaklaşılmalıdır. Ayrıca Erdoğan’ın Ramazan Bayramı’nın 1. günü halkı FETÖ’cüleri ihbar etmeye çağırması yanlıştı. Cemaatsel veya örgütsel piramitte kim hain, kim tüccar, kim ibadet ehli belli olmadan; ve iftiraya uğrayarak yüzlerce belki binlerce insan mağduriyet yaşarken bu yaklaşım adalet duygusunu zedelemektedir.
Ana muhalafet partisi başkanı K.Kılıçtaroğlu 420 km’lik bir adalet yürüyüşü yaptı. Lakin 15 Temmuz Girişimini “kontrollü darbe” diye saptırmaya kalkışması, F. Gülen ricasıyla hareket etmesinden veya Alman istihbaratının sözcülüğünü yapmasıyla ilgili olmasından ziyade, Kemalist-Batıcı-laik statükonun devamı için davrandığı açıktı. Zira onun adalet arayışında 28 Şubat mağdurları ve Sivas davası mağdurları yer bulamadı, veya 28 Şubat’ta Brifinglendirilmiş yargının oransız ve izansız cezalara çarptırılan Müslüman mahkumları hiç hatırlanmadı.
Ama adalet yürüyüşünde adalet arayışı içinde olan K. Kılıçtaroğlu’nun işaret ettiğimiz zaafları ve benzerleri var diye, bugünkü yargı sütten çıkmış ak kaşık değildir, ayrıca onun zaafları yargıdaki adaletsizliklerin üzerini örtmemelidir. K. Kılıçtaroğlu’nu politik ve medyatik ajitasyonlarla perdeleme çabalarına rağmen adalet yürüyüşü gerçekleştirildi ve toplum tabakalarından azımsanmayacak bir ilgi gördü. Kılıçtaroğlu Türkiye’deki yargı sistemine kuruluşundan bu yana şaşı bakıp, “Adalet Yürüyüşü”nde olduğu gibi bazı kereler adalet sorununu istismara yönelse de, bu hal, aynı zamanda Türkiye’de istismar edilebilecek bir adalet sorununun da var olduğunu ortaya koymaktadır.
Türkiye’de adalet hep sancılı ve gerilimli bir alan olmuştur. Çoğu zaman Kemalist bürokrasi, Jüristokrasi denilen yargının siyaset üzerindeki baskısıyla işleri yürütmüştür. İstiklal Mahkemeleri’ndeki, Yassı Ada Mahkemeleri’ndeki, 12 Eylül Yargılamalarındaki, 28 Şubat birifinglendirilmiş DGM salonlarındaki trajik tiyatrolar hala belleğimizde. Olağan haller dışında da vahyi adaletin hakim olmadığı bütün ülkelerde ve sistemlerde az ya da çok hukukun siyasetten kopmayan bir yapısının var olduğunu da unutmamak gerekir.
Osmanlı Sistemi’ndeki rüşvet alan İltizamcı Kadı geleneğinden, Lozan antlaşmasıyla dayatılan İslam karşıtı Batı hukukuna ve 28 Şubat’ta birifinglendirilmiş yargı tutsaklığına kadar bu ülkede YARGI ve ADALET sorunu hep oldu.
5-6 asır öncesinden kaybettiğimiz Tevhid ve Adalet ilkeleri’nin hakim olduğu sistemlerde Şer’i yargı içinde ilahi adaleti yakalamak mümkünattandı.
Ama bugün cahili ulus sistemler içinde yaşıyoruz. Mer’i hukuklar, egemen siyasal erke göre biçimlendirilmiştir. Özünde sınırlı insan aklının nefsani adaletsizlikleri vardır. Ama serbest-demokratik ülkelerde hiç değilse Mer’i hukuk içinde insan hakları bağlamında doğal hukuku savunmak, bu doğrultuda mücadele vermek mümkündür.
Daha dün 28 Şubat sürecinde mer’i hukuk içinde doğal hukuk perspektifinde adalet arayan bizdik, Müslümanlardı. Dolayısıyla da mağduriyete uğrayan ve delille veya insan hakları bağlamında hakkını ve hukukunu arayan insanların istekleri de “mürcif” bir tutuma yönelerek örtülmemelidir.
Bugünkü yargı çoğunlukla Batıcı Kemalistlerle, ulusalcı Türkçülerin inisiyatifindedir. İnsan objektif bir varlık değildir, ancak objektif olmaya çalışır. Ama yargıdaki yetkilinin “insani üst değerleri ve adalet duygusu” kendi dünya görüşü ile irtibatlıdır. Vahyi ölçünün hâkim olmadığı tüm yargı kararları her daim tartışmaya açıktır. Bu nedenle Hayrettin Karaman’ın ifade ettiği gibi “bir davada adaletin gerçekleşmediğini iddia edenler veya hakimin tarafsız davranmadığını, delilleri doğru değerlendirmediğini iddia edenler veya baskı altında kaldıklarını iddia edenler sağlam bilgiye ve belgeye sahip iseler haklıdırlar.” Ve haklarını savunma imkânı elde edebilmelidirler.
Ama kendilerini kanun ve hakim yerine koyup “bize göre şöyle olmalıydı, olmadığı için adalet yok” diyenlerin de haklı olamayacağı görülmelidir…
Rabbim bizleri hakkı ve adaleti ikame eden kullarından ayırmasın.
15 Temmuz direnişinin İslamcılardan, yerliliği ve milli dindarlığı savunan erdem ve özgürlükten yana olan onurlu insanlara ve Erdoğan’ın vesayetten kopma mücadelesi ile bütünleşen kitlelere kadar yayılan toplumsal boyutu ve taşıdığı direniş potansiyeli tüm ümmet coğrafyası için ve gelecek ümitlerimiz için tarihi bir kazanım olmuştur. Bu ruh heder edilmemelidir. Bu ruha sadece FETÖ değil, özümüzden yabancılaşan tüm ırkçılar, kemalistler, liberaller, sosyalistler de karşıdır. Bu ruhu oluşturanları birbirine hak ölçülerle yakınlaştırıp toplumsal tabanda özneleştirme yollarına yönelecek yerde, işin Batılı literatürle ve İslami olanın üzerini örterek milli bir hamaset edebiyatı ile sığlaştırılmasına tabii ki müsaade etmemeliyiz ve etmeyeceğiz.
15 Temmuz’da meydanlarda ilk andan itibaren “ölümüne” mevzi alanlar, İslami şehidlik ve gazilik ruhu ile davrananlardı.
28 Şubat darbecilerine karşı meydanlardaki sloganlarımızdan birisi şu idi:
“Paşaların Tankı, Yıldıramaz Halkı.”
Şimdi ise Başbakan B. Yıldırım “Halkın ve Hak’kın gücü tankın gücünü yendi” diyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Allah’ın gaybi yardımı”ndan bahsediyor.
Doğru. Bunlar bizim kodlarımız.
Doğru olanı özneleştirmek gerekli. Yoksa “Bana Kemalistler darbeci dedirtemezsiniz, Atatürkçüler darbeci dedirtemezsiniz” gibi tezviratlarla vesayetten kopma sürecini devam ettiremezsiniz.
Görünür siyasi erki elinde tutan siyasiler!
Hiç olmazsa verili siyasette 15 Temmuz Direnişi’nde olduğu gibi “Halkın ve Hak’kın gücü”nü dikkate almaya devam ediniz. Kininiz ve kinimiz, sizi de tüm Müslümanları da adaletten ayırmasın.