Geride bıraktığımız mayıs ayının başlarında Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk "Kürtler kararını vermiştir.
Devletle olmuyorsa halkımız kendi demokrasisini kuracaktır" diyor, sonra şunları ekliyordu: "Mısır gibi mi olur Suriye gibi mi bilinmez, ancak bir statü ne pahasına olursa olsun kazanılacak. Cehennem olsa birlikte yanacağız. Kötü şeyler olacak hissini dillendirmek zorundayım. Dilim varmıyor söylemeye ama kötü şeyler olacak."
Abdullah Öcalan da, 15 Haziran'ı işaret ediyor. Dediği şu: "Bugüne kadar ben savaşmadım, savaşı yönettim. 15 Haziran'dan sonra aradan çekiliyorum."
Tuğluk'un söyledikleri ile Öcalan'ın işaret ettiklerinin ne anlama geldiğini tam olarak geçen hafta birkaç yazarı bilgilendirmek üzere bir araya getiren DTK çağrıcılar heyetinin açıklamalarından öğrendik. Ağırlıklı olarak Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş ile Filiz Koçeli'nin yaptığı açıklamalar, Öcalan ve Tuğluk'un söyledikleriyle birebir örtüşmekte, belki de bir tür şerh etmektedir. Açıklamaları sadece BDP çizgisindeki DTK sözcüleri değil, Türkiye Kürtlerinden bugüne kadar PKK ve DTP'ye hayli uzak durmuş diğer grup ve temsilciler de teyit ediyordu. Hak-Par'dan Medzehra'ya, medrese hocaları ve müderrisi mellelerden Süryanilere kadar. Yelpazedeki grupların verdikleri ortak mesaj şu: "Kürtler, 'inkâr ve asimilasyon' aşamasını çoktan geride bırakmışlardır. Bizler, Türkiye kamuoyunun iletişim/diyalog kurabileceği son imkân ve nesiliz. Alttan gelen nesil -1980/1990 doğumlu gençler ve çocuklar- bizi dinlemiyor, şiddet ve nefret yüklüdürler."
DTK sözcüleri bölgede "fiilî bir özerklik" yaşandığını, bunu resmen tescil etmeyi planladıklarını, devletin ve hükümetin -tabii ki özellikle 12 Haziran seçimlerini kazanacağı anlaşılan AK Parti'nin- kabul etmesini beklediklerini, bu çerçevede gündemde olan yeni ve sivil anayasanın bu mantıkla hazırlanması gerektiğini talep ediyorlar. Taleplerini şu yedi maddede toplamışlardır:
1) Kürtlerin kendilerinin razı olacağı bir statülerinin tanınması; 2) Ana dilde eğitim ve bunun kamusal alanlarda kullanılması; 3) Askerî (dağlarda PKK'ya), siyasî (şehirlerde KCK'ya karşı) operasyonların durdurulması; 4) Siyasî hükümlü ve tutukluların serbest bırakılması -KCK'dan 3 bin kişi hükümlü veya tutuklu bulunuyor-; 5) Koruculuk sisteminin kaldırılması; 6) Ordunun sadece dış savunma ile ilgilenecek şekilde reorganize edilmesi; 7) Seçim barajının düşürülmesi.
Sözcülerin bize altını kalın çizgilerle anlatmaya çalıştıklarına göre bölgede, özellikle Hakkâri bölgesinde fiilî özerklik yaşanmaktadır. Köylerden, ilçelerden kentlere doğru aşağıdan yukarıya doğru bir toplum örgütlenmesi söz konusu. Halk artık karşılaştığı sorunları çözmek üzere devletin mülki amirlerine, emniyet kuvvetlerine ve adliyeye başvurmuyor; kendi güvenliğini kendisi koruyor, ihtilaflarının önemli bir bölümü 'komünler'in belirlediği hakemler tarafından çözülüyor. Statüden beklentileri Kürtlerin (etnik) varlık ve kimliklerinin, haklarının tanınması ve nasıl yönetileceklerine ilişkin yeni bir idarî çerçevenin çizilmesidir.
Dikkatimi çeken nokta ılımlı, birleştirici ve yatıştırıcı kimliğiyle öne çıkan Hak-Par temsilcilerinin şu sözleri oldu: "Bugüne kadar olayları kınamakla yetindik, ancak kınamakla bir yere varılmıyor. Halkta yankısı olmuyor, devlet uzlaştırıcı grupları kaale almıyor. Bundan sonra Kürtlerin bir araya gelip ortak hareket etmeleri gerektiğine karar verdik." Risale-i Nur'un öğrencileri ve izleyicileri olarak bilinen Medzehra grubunun (Nubihar) temsilcisi, "İslamcılığın ve enternasyonalizmin bulunduğu noktadan Kürtler görülmüyor" dedi, kişisel olarak bu beni çok üzdü. Süryani temsilci de Süryanilerin taleplerini yazılı olarak bize verdi.
Mesele şu ki, hoşumuza gitsin gitmesin, bütün Türkiye'yi içine alacak olan hayli kritik bir sürece girmiş bulunuyoruz. Yangına benzinle gitmeden soğukkanlılığımızı koruyarak süreci nasıl en az hasarla atlatabiliriz, bunun üzerinde yoğunlaşmamız lazım.
ZAMAN