13 Şubat 1925 Piran Hadisesi: Şeyh Said Kıyamının Başlangıcı

13 Şubat 1925 Piran köyünde meydana gelen olaylar Şeyh Said Kıyamının başlangıç tarihi olarak görülür.

13 Şubat Piran hadisesi ve 29 Haziran’da gerçekleştirilecek Şeyh Said’in idamına giden zulüm sürecinin başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Bahadır Kurbanoğlu’nun bu süreci analiz eden makalesi:

Lozan’dan sonra M.Kemal ve İ.İnönü Kazım Karabekir’e “Hocaları toptan kaldırmadıkça biz bu işi başaramayız” demişlerdi. Bu iş, yani ana mefkure, tüm toplumsal kesimleri değişim dönüşüme zorlayacak olan Batılılaşma yolundaki inkılapların gerçekleştirilmesi idi. “Hocaların” anlamı, nesilleri yetiştiren kesimlerdi. Tıpkı İskilipli Atıf Hoca gibi. Ama henüz onlara sıra gelmezden evvel yapılacak çok iş vardı.

Sözü Kazım Karabekir’e söylemişlerdi ama aslında içine onun ve partisinin de dahil edileceği bir süreç yaşanacaktı. Tıpkı Müslüman Kürt halkına yönelik “Meclis söylentileri”ni de aşar tarzda bir müdahaleci siyasetin geliştirileceğinin işaretlerini içinde barındıran Cibranlı Halit’in tutuklanıp idam edilmesinde yaşandığı gibi.

Radikal Kemalistler Lozan’ın imzalanmasını sağlayabilmek önce Birinci Meclis’teki muhalefetin başını çeken Ali Şükrü Beyi öldürdüler. Böylelikle o kargaşada meclisin feshini sağlayıp Türkiye’deki ilk darbe meclisini kurdular. Yani sözde “seçilmişler”den oluşan “atanmışlar” meclisini.

Böylelikle ilk muhaliflerini diskalifiye etmiş oldular. Ancak bundan sonra izleyecekleri siyasetlerin önündeki engelleri ortadan kaldıracak ve bir taşla birkaç kuşun avlanabilmesini sağlayacak siyasi girişimlere ihtiyaç vardı. İşte Şeyh Said’i kıyama zorlayan sebepleri üretenler aynı zamanda bu “sınırlı çeperde” kalan ve bölge insanının da bir bölümünün destek verdiği hadiseleri askeri raporlarla (Şeyh’e bağlı ölü askerlerin cebinden çıkan mektuplar gibi) Meclistekilerin gözünde büyüterek önce, gelişmeyi bir asayiş sorunu olarak gören ve “fazla kan dökülmesini istemeyen” Ali Fethi Bey hükümetini düşürüp yerine “Ben gelirsem asar, keser, sürerim” diyen İsmet İnönü’yü başbakan yaptılar.

Böylelikle hadiseler bahane kılınarak diktatörlüğü inşa edecek bir süreci başlattılar: 

- İkinci Dönem İstiklal Mahkemelerini yeniden ihdas ettiler;

- Takrir-i Sükun Kanunu’nu çıkardılar ve

- Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci maddesini tüm Müslüman halkları ve faaliyetlerini “suç” kapsamına sokacak şekilde genişlettiler.

M.Kemal gayet isabetli bir tespitle Nutuk’ta “Biz bütün bunları Takrir-i Sükun döneminde yaptık” dedi. Haklıydı; çünkü bu kanun sayesinde mezkur dönemde hiç kimse muhalif tek bir satır yazamadı, tek bir kelime edemedi. Böylelikle 1925-1927 icraatları harekete geçirilerek üç ana ve potansiyel muhalefet susturuldu:

- İstanbul Basını;

- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası;

- Kürdistan’daki muhalefet.

“Ana mefkure” yolunda atılan bütün büyük girişimler bu muhalefetin bastırılmasının ardından gerçekleştirildi. İnkılapların zora dayalı yöntemlerle uygulanmasını tespitleme adına normal mahkemeler yeterli görülmedi ve İstiklal Mahkemeleri il il dolaşarak bu işi bizzat üzerine aldı. İnkılap karşıtları olarak görülüp tespit edilenler, bazen hiç gerçekleşmemiş olayların ardından, bazense bizzat yaratılan mizansenlerle ya asıldılar ya da sürgünlere gönderildiler.

Bu mahkemeler birer tedhiş mahkemesi olarak sözde meclise karşı sorumlu ancak fiiliyatta sınırsız selahiyetlere sahip organlar olarak çalıştılar. Delilsiz vicdani kanaatle karar verebilme yetkileri vardı. Avukat bulundurmak mümkün değildi. Sorumsuzdular; yani kararlarını hiçbir organ sorgulayamazdı. Kemalist tarihçilerin de ikrarıyla birer hukuk mahkemesi değil, inkılap mahkemesi idiler. Bir iki hukukçu kişilik dışında mahkeme üyelerinin tamamı asker kökenli milletvekilleri idi. Zaten kapanmaları da M.Kemal’in Mahkeme reisi Kel Ali’yi Çankaya’ya çağırtıp “Senin mahkeme yarın kapanmış olacak” emri ile gerçekleşmişti.

Sözün özü; aslında bu organların hepsi kararı çok önceden verilmiş bir projenin araçları hükmünde çalıştılar:  İngilizlerin SSCB’ye karşı, SSCB’nin İngilizlere karşı bir tampon devlet hükmünde gördüğü bir projenin onaylanmış hali olarak, yaratılacak ulus kimlik doğrultusunda bir Batılılaşma hedefi. Pozitivist, materyalist, laik ve halka rağmenci.

Amaç, İslami kimliğin karşısına “Siyasal Türklük Dini”ni yerleştirmekti. Türkçülük ve Batılılaşmanın aynı suda eritildiği bir din. “Siyasal Türklük” bu ülkede birileri Laz, Çerkes, Arnavut, Pomak, Kürt olduğu için değil, bütün bu unsurlar İslam olduğu için üretildi. 1930’ların sonlarında bizatihi Bakanlıklarca “adet, anane ve göreneklerin aşağılanması” şeklinde serdedilen beyannameler örfün İslam’la olan bağı dolayısıyla idi. Daha 1926’da Türk Ocakları toplantılarında “Batı illerinde yabancı dil konuşanlara para cezası kesen belediyelerin övülmesi”nin sebebi de bu politikanın hayata geçirilmesi amacındandı. Bilahare bu siyaset doğu illerine de kaydırıldı. (Türk Ocaklarında konu edilenler, anadillerini konuşmayı sürdüren Boşnak, Arnavut vb. unsurlar.)  

Kıyamın Sosyo-Politiği ve Rejimin Yalanları

Şeyh Said, bölge insanına dönük siyasetlerin ivme kazandığı ve Piran hadisesiyle katmerlendiği bu süreçte, anın vacibini gözeterek, bölge halkının malı, canı, namusu, yani hukukunu koruma amacıyla tozun dumana katıldığı olayların başına geçmişti. Ve ardından artık bu işten geri dönüş olmadığının farkına varmıştı. İşte kıyam, Piran’dan sonra başlayan bu hadiselerin Şeyh’i sürüklediği ve ardından da şehadetine kadar yönettiği askeri-siyasi sürecin adıdır.

Şeyh ve ailesi gerek İstanbul basınını gerekse Meclis siyasetini iyi takip etmekteydiler. Nelerin hesaplandığının farkındaydılar. Ancak hem insan güçleri hem de techizatları yetersizdi. Üstelik sadece Ankara ile değil, aslında bölgesel bir koalisyonla karşı karşıyaydılar.

Tıpkı bugün Suriye hadisesinde olduğu gibi dönemin sosyalistleri ve SSCB Ankara’nın arkasındaydı. İngilizlerden destek almaları ise, Kemalist kurmayların da itiraflarına yansıdığı üzere koca bir propaganda ve yalandı:   

Hadiseler, emperyal güçler tarafından da mercek altına alınmış ve dönemin laik-pozitivist-Batıcı hükümeti bu güçler tarafından desteklenmiştir. Yani İngiltere, Fransa gibi ülkeler propaganda edildiği üzere Şeyh Said'in değil, aksine Ankara’nın arkasında durmuşlardır. Hem dönemin yeni başbakanı İsmet İnönü'nün hem de Cumhuriyetçi kadroların bazı neferlerinin Meclis'teki itiraflarına yansıdığı üzere "Eğer bir dış destek arayışı söz konusu olsa idi, kıyam orta bölgelerde değil, hükümetin hiçbir şekilde kontrolünde olmayan sınır boylarından gerçekleştirilirdi." Tersine esas Fransızların kontrolündeki demiryolları sayesinde Suriye'nin kuzeyinden hem uçak yakıtı ikmali, hem de asker sevkiyatını gerçekleştiren bizzat rejimin kendisi idi. İşte kendi halklarına karşı konumlanmış olan "Ortadoğu Ordu"larına ilk rol modeli dönemin TC ordusudur. Sahip olduğu uçaklar ilk kez kendi halklarını bombalamak için havalanmıştır. Saddam gibi, Kaddafi gibi, Esad gibi, Maliki gibi bugünün Baasçı ve Mezhepçi zalimlerin seleflerinin kimler olduğu ortadadır. Hadiselerin İngilizlerin işine gelmesi konusu ise, hem Irak halkını zaptetmekte zorlanan ve Şeyh’in başarılı olması durumunda Irak’ta zora girecek İngiliz siyaseti açısından muhaldi; hem de eğer gerçekten İngilizleri sevindirecek gelişme aranıyorsa bunun -Kemalist tarihçi Ömer Kürkçüoğlu’nun da isabetli tespitlerine yansıdığı üzere- Hilafetin kaldırılmasından başka bir yerde aranmaması gerekir. 

Kavmiyetçilik iddialarına cevap ise artık zabıtlarda, hatıratlarda ve tarihi kayıtlarda varolan Şeyh'in ve çevresindekilerin kendi sözleri, kıyamda dahli olmayanların itiraflarıdır. Bu kıyamdan ne Kürt ulusalcısı kesimler kendilerine pay çıkartabilecek bir dahle sahiptirler ne de başkaları. Konu edilecekse esasen dönemin Kürt ulusalcısı şahsiyetleri ve aşiretlerinin kıyama dair ihanetleri mevzubahis edilebilir. Ki onların da rejimden teşekkür ve paye beklerken ne tür zilletlere düçar oldukları bölge insanının yönelik topyekün katliamlar ve Ege bölgesine yaptırılan sürgünler tarihine bakılıp görülebilir.

İşin özü, Libya'da İtalyanlar ne yapmışlarsa bu dönemde diktatoryal yapı da bölge insanına aynı uygulamaları serdetmiştir. Bugünkü Esad rejiminin uygulamalarının benzerini devletin o günkü kadroları gerçekleştirmişlerdir.

Ne adına? Ulusal bir kimlik ve Batılı değerlerle koca bir coğrafyayı tektipleştirme ve İslam'ı tüm vecheleriyle, kurum ve birikimleriyle ortadan kaldırma adına. Resmi tarih safsatalarıyla değil de halihazırda hayatta olan şahitlerin sözlerine ve konu hakkında sağlıklı araştırmalar yapanların eserlerine müracaat edildiğinde gerçeklerin gün gibi ortada olduğu görülecektir.  Bu rejimin hangi değersizlikler, hangi tecavüz, katliam, tehcir, tenkiller üzere kurulu olduğunun veciz bir örneğidir bu kıyamın tarihçesi. İşte bu yüzden Genelkurmay ve Meclis arşivlerinde saklı olan başkaca gerçekler de ortaya dökülmeli, yeni nesiller kahramanları ve hainleri yakından tanımalı ve hangi kimlik üzere yaşayacağına resmi tarihin tezleriyle değil, bu gerçekler üzerinden düşünüp karar vermelidir.

Şeyh’in vasiyeti şu idi: "Arkamdan ağlayıp da zalimleri sevindirmeyin, kıyamımızı iyi anlayın ve bizden sonrakilere aktarın. Şüphesiz benim ölümüm Allah ve İslam içindir."

O halde yeni nesiller de bu vasiyete uygun davranmalılar.

Yorum Analiz Haberleri

CHP ile laiklik anlayışınız farklı, peki Anıtkabir anlayışınız aynı mı?
Siyonizm Batı'nın çöküşünü hızlandıracak
Siyonistlerden dost olmaz, ne Kürtlere ne de bir başkasına
“AB İsrail’i daha ne kadar koruyacak?”
“BM Siyonizm'i ırkçılık saysın”