12 Eylül Davası ve Sol’daki Akıl Tutulması

Ferdan Ergut, 12 Eylül Davası üzerinden Türkiye solunun yaşadığı “akıl tutulması”nı net bir şekilde kaleme almış.

HAKSÖZ-HABER

Türkiye solunun yıllardır talep ettiği darbecilerin yargılanması meselesinin 2010 Referandumunda halka sunulan maddeler arasında yer almasından 12 Eylül davasının başlaması ve sonuçlanmasına kadar yaşadığı akıl tutulması süreci aşağıdaki yazıda oldukça net bir şekilde aktarılmış.

Ferdan Ergut’un T24’te yayınlanan bu yazısı, sol’a ve siyasetsizliğine dönük içeriden bakış niteliğinde. Darbeci paşaların yargılandığı 12 Eylül Davası üzerinden önemli tespitler içeriyor.

***

12 Eylül Davası ve Sol’daki Akıl Tutulması

Ferdan Ergut / T24

Türkiye solunun geniş kesimlerindeki akıl tutulmasını 12 Eylül Davası’ndan daha iyi ne gösterebilir bilmem. Fakat önce hafızayı tazeleyelim: Bundan 34 yıl önce darbeyle iktidara gelen cunta on binlerce yurttaşı işkence tezgahlarından geçirdi, on binlercesini işlerinden attı, on binlercesini yurttaşlıktan çıkardı, on binlercesini siyasi mülteci olarak memleketlerinden ayrılmaya zorladı, yüzlerce yurttaş “şüpheli” bir şekilde onların iktidarında öldürüldü. 50 yurttaşımız onların iktidarında idam edildi. Bu mağduriyetlere doğrudan muhatap olmayanlar da bu felaket yıllarından kurtulamadı. Aileler dağıldı, yüzbinlerce insan psikolojik sorunlarla başa çıkmaya çalıştı.

Darbecilerin bunca acının üzerine kurduğu düzen, Türkiye’nin en dayanıklı düzeni oldu. 34 yıldır 12 Eylül rejiminin kurumlarıyla ve pek çok kanunuyla yaşamaya devam ediyoruz. Türkiye toplumunun geniş kesimleri çok uzun süre 12 Eylül’ü bir kurtarıcı olarak algıladı. (Bu yazının konusu değil ama bu algının öznel ve nesnel nedenleri üzerinde ayrıca ve ayrıntılı bir biçimde durmak gerekiyor elbette).

Geniş kesimler böyle düşündü ama kayda değer bir azınlık için 12 Eylül’le hesaplaşma ve darbecilerin yargılanması daima temel gündem maddesi oldu. 12 Eylül mağdurları Türkiye toplumunun örgütlü kesimlerini oluşturuyorlardı. Örgütler darbe sonrası koşullarda tekrar toparlanır toparlanmaz darbecilerin yargılanması için mücadeleye başladılar. Her 12 Eylül’de “darbeciler yargılansın” diye miting yapanlar bu kesimlerdi. Eylemlerde halkın kitlesel katılımı olduğu söylenemezdi. Fakat bıkmadan usanmadan, hiç ara vermeden 12 Eylül rejiminin kötülüklerini anlatmaktan vaz geçmedi bu insanlar. Türkiye toplumunun 12 Eylül felaketini unutmasına izin vermediler.

Gün geldi, devran döndü 12 Eylül 2010’da bir Anayasa Referandumu oldu. Referanduma sunulan paketteki bir maddeye göre darbecilerin kendileri için hazırladıkları koruma kalkanı (geçici 15. madde) kaldırılacaktı. Solun büyük bölümü –elbette CHP’nin peşine takılarak- Referanduma “hayır” oyu verdi. 30 küsur yıldır mücadelesini verdikleri “darbecilerin yargılanması” meselesi bir gecede yaşamsal olmaktan çıkmıştı. Olabilir. Başka meseleleri daha önemli görmüş olabilirlerdi. (Geçerken not: Benim oyum “evet”ti. Ve bu oyu da sadece darbecilerin yargılanacak olması nedeniyle vermemiştim. Ama yazının konusu Referandum değil; geçtim.) Sonuçta beklenen oldu ve Referandum’da “evet” çıktı. Darbecilerin koruma kalkanı kalkmıştı.

Böyle bir durumda rasyonel bir soldan ne beklenirdi? Muhtemelen şöyle bişey:  “Artık olan oldu. İstemediğimiz bir sonuç çıktı; ama maddelerden –en az- bir tanesi bizim maddemizdi. Şimdi siyaset zamanı… Darbecilerin yargılanmaları ve mahkum edilmeleri için mücadeleye başlıyoruz.” Ama böyle olmadı! Onun yerine olan, akıl tutulmasıydı.

Dünyada darbe geçirmiş hangi ülkedeki yoldaşlarımıza söylesek utanacağımız bir süreç başladı. Darbecilere dava açılmıştı ve solun önemli bir bölümü alanı terk etmişti. Darbecileri yargılıyorduk ve solun umrunda değildi! Umrunda olmasa yine iyi; durum daha da vahimdi: -Maalesef- umrundaydı ve bu davanın aslında bütünüyle AKP’nin bir tezgahı olduğu konusunda “halkı bilinçlendirmeye” başladılar. Burada ikiye ayrıldılar: Daha tutarlı olan kesim en başından beri bunun bir “tiyatro” olduğunu ve “AKP’nin oyununa gelmeyeceklerini” söylediler ve her yönüyle davayı boykot ettiler. Birinci günde bile Adliye’ye gelmediler. Diğer kesim ise iyice tutarsızdı. Davaya müdahil oldular; ama mahkemenin ne kadar uyduruk bir mahkeme olduğunu ve burada bir şey çıkmayacağını halka göstermek için!

Bu süreçte akla ziyan birçok laf ürettiler. Üstelik ürettikleri her laf, bir önce ürettiklerini geçersizleştiriyordu. Ama burası Türkiye! Tutarlılık çok aranan bir özellik olmadığından ferah feza laf üretmeye devam ettiler. Şöyle şeylerdi:

i) “Darbecileri ancak sosyalistler, devrimciler yargılar” (Dünyanın pek çok ülkesinde rutin hükümetler darbecileri yargılamış, cezalandırmıştı. Ayrıca 30 yıldır hiçbir eylemde “darbeciler devrim mahkemesinde yargılansın” dememiştik. “Yargılansın” diyorduk. Ama hakikatle ilişki bir kez zedelenmeye görsün; bunların hiçbiri bu arkadaşlar için önemli olmadı).

ii) “Mahkeme savcının iddianamesini kabul etmeyecek ve zaman aşımı v.s. gerekçelerle yargılama başlamayacak bile” (Aslında sanık avukatına ait olan bu argüman reddedildi ve yargılama başladı).

iii) “Yargılama başlayabilir; ama mahkumiyet çıkması imkansız” (Mahkumiyet çıktı:  Rütbeleri sökülecek ve müebbet hapis).

iv) “Mahkum oldular ama çok yaşlı oldukları için hapse girmeyecekler. Sonuçta iki ihtiyar ceza alsa ne olur, almasa ne olur” (Bu en manidar olanı; dolayısıyla yazıyı bitirirken biraz daha geniş ele alacağım)   

Niye bu akıl tutulması?

Peki ama bu akıl tutulmasının ardında ne yatıyor? Bu anlaşılmaz tavrı nasıl anlamlandırabiliriz? Ben bu anomalinin, iki birbiriyle ilintili mesele üzerinden açıklanabileceğini düşünüyorum: “Öznelik” meselesi ve “siyasetten kaçış” meselesi…

Öznelik bahsi şu: Darbecilerin yargılanması sürecinde alanı boşaltan sol, bir yönüyle kendini inkar ediyordu. 30 küsur yıldır alanlarda bu yargılama için mücadele verenler bu insanlardı. Peki şimdi ne değişmişti? Değişeni anlamak için “kendini inkar”dan daha ciddi bir meseleye, “öznelik” meselesine bakmak gerekiyor. Dava sürecinde alanı boşaltanlar aslında politik bir özne olmadıklarını itiraf ediyorlardı.

“Özne” seçer; seçtiği üzerinden eyler; eyleyerek dönüştürür. Dönüştürücü kapasitesi vardır öznenin. Kendine, kendi mücadele tarihine güvenir; başaracağına inanır. Oysa dava sürecinde alanı boşaltanlar için Türkiye’de tek bir özne vardı: AKP! Eyleyen de, sonuç alan da AKP’ydi. Erdoğan, bir mühendis gibi masa başına oturuyor, planlar yapıyor ve onları uyguluyordu. Solun tek görevi –pozitif hiçbir politika önermeden- bu özneyi engellemeye çalışmaktan ibaretti. Bu yenilgici tahayyül dünyasında, tarih 2002 ile başlıyordu. Söylem düzeyinde tersini iddia etmek durumunda olsalar da 2002’den önceki  mücadeleler, bugüne bir miras bırakmamıştı. Gizli mantık şöyle devam ediyordu: “Bizler, başarısızlığa mahkumduk. Bizlerin bütün hayatı direniş ve mücadele ile geçmişti; ama somut başarı olarak elimizde bir şey yoktu.  Eğer şimdi bir şey başarmış gibi görünüyorsak (darbeciler yargılanıyorsa) bunda bizim payımız, tarihsel mücadelemizin birikimlerinin payı olamazdı. “Başarı” gibi görünen şey de aslında AKP’ye aitti! Ve bu nedenle bize düşen –yine!- direnişti!” Darbecilerin yargılanması için 30 küsür yıldır mücadele verenler, şimdi darbecilerin yargılanmasına karşı mücadele veriyorlardı!

Neyse ki bu yenilgici ruh hali bütün sola sirayet etmemişti. Darbecilerin yargılanması başladığından bu yana her duruşmada Adliyede olan, elinden geldiğince bu davayı toplumsallaştırmaya çalışanlar da vardı.  Atladıklarımdan peşinen özür dileyerek, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Emekçi Hareket Partisi ile farklı platformlarda örgütlenen – ve aralarındaki ihtilafın bu süreçte hepimiz için bir sorun olmaya başladığı- 78’lileri bu bağlamda zikredebiliriz.

Diğerleri adına olmasa da YSGP adına konuşabilirim. Bizler için darbecilerin yargılanıyor oluşunun nedeni AKP değildi. Esas olarak solun ve demokrasi güçlerinin on yıllardır yürüttüğü mücadeleden ve o mücadelenin toplumda yarattığı meşruiyetten gücünü alıyordu dava... Mücadele, mutlaka direnişten ibaret kalmak durumunda değildi; başarılı da olabilirdi! Bu güvenle 12 Eylül yargılamalarının en başından beri takipçisi olduk.

Siyasetten kaçış” bahsi ise öznelik bahsiyle iç içe… Özne olamayan, elbette siyasetten de kaçıyor. Öte yandan siyasetten kaçış sol için kolay sindirilebilecek bir olgu değildir. Kaçışın, sağlam bir şekilde meşrulaştırılması gerekiyor. Türkiye’deki en geçer akçe strateji maksimalizmdir. Ortaya çıkan olumluluklar, önemsizleştirilir. Gerçekleştirilen başarıyı, bir tuğla olarak düşünmek ve bir sonraki süreçte o tuğlanın üzerine koyulacak diğer tuğlayı düşünmeye başlamak ve o doğrultuda eylemek yerine “alt tarafı bir tuğla” diye dudak bükülür ve olabilecek en maksimalist talepler öne sürülür.  Maksimalist talepler rahatlatır; örgütleri konsolide eder. Bir de bu arada, somut başarılar sağlayarak politik zeminini güçlendirmeye çalışanlar da çeşitli etiketlerle –reformist, AKP destekçisi v.s.-  yaftalanırsa artık görev tamamlanmıştır.

Uygulayıcıları ne düşünürse düşünsün, bunun adı siyasetsizliktir! Görüntüde ne kadar radikalse, bir o kadar da apolitiktir. Apolitik bir radikallik ise paralize eder. 12 Eylül davası sürecinin solun büyük kesimleri açısından gösterdiği de budur. Yukarda saydığım “akla ziyan” önermelerden en sonuncusu, aslında ne demek istediğimi iyi özetler. “Alt tarafı iki ihtiyar mahkum oldu; buradan bir şey çıkmaz” (Maksimalizm: Devrim dışında “hiçbir şeyden bir şey çıkmaz” aslında!).

Bu arkadaşların aklına şunlar gelmez elbette: Acaba bütün kurumları, kuralları ve yasalarıyla 12 Eylül rejimini kuran cuntanın başındaki iki orgeneralin artık müebbet hapisle cezalandırılmış iki mahkum olması, bundan sonraki siyasal mücadelemizde ne tür kapıları açar? Bu mahkumiyeti, mücadelemizin bundan sonraki hangi aşamalarında, hangi biçimlerde kullanabiliriz? Görülmeye başlayan işkence davalarında bu mahkumiyetin nasıl bir etkisi olabilir? Bu tuğlanın üzerine başka hangi tuğlaları koyabiliriz?

Ve hepsinden önemlisi 12 Eylül rejiminin yapısal unsurlarını yok etmeye çalışan bizler için bu mahkumiyet ne tür imkanlar veriyor? Davanın son duruşmasında Evren ve Şahinkaya’nın avukatı çok önemli bir savunma yapmıştı. Avukat, bütün savunmasını Evren ve Şahinkaya’nın (aslında ölen üyeleriyle birlikte MGK’nın) “kurucu iktidar” olduğu üzerine inşa etmişti. Mahkemenin bu iki generali yargılamaya hakkı olmadığını, zira iki generalin yapıp ettiği her şeyin 82 Anayasası’nın güvencesinde olduğunu, herhangi bir mahkumiyetin bu güvencenin kaldırılması demek olduğunu ve böyle bir durumda sadece iki generalin değil, bu mahkeme de dahil olmak üzere 12 Eylül rejiminin bütün kurumlarının tehlike altına gireceğini söyledi.

İşte en başından beri bizleri 12 Eylül Davasına müdahil kılan tam da buydu. Solun büyük kesimlerinin anlamadığını, avukat anlamıştı! Bu mahkumiyet elbette “iki ihtiyarın” mahkumiyeti değildi. Mahkumiyet alındıktan sonra –en azından benim açımdan- artık 100 yaşına yaklaşan iki insanın hapse girmesi bile önemli değil. Önemli olan darbecilerin mahkum olmuş olması ve bu mahkumiyetten sonra siyasetinizin alacağı yeni veçhelerdir. Elbette siyaset diye bir derdiniz varsa!

 

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!