13 Nisan Pazartesi günü, iddia edilen "Ergenekon terör örgütü" soruşturması ve davası kapsamında, ülke çapında 60'a yakın kişi gözaltına alındı, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının şubelerinde arama yapıldı.
Gözaltına alınanlar arasında halen ve eskiden rektörlük yapan ve sair profesörler var. Gelinen noktada, bu soruşturma ve dava hakkında nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Düşüncelerimi şu noktalarda toplayabilirim:
Ergenekon davası, Türkiye'de özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi bütün kurum ve kurallarıyla yerleştirme mücadelesinde tarihî bir dönemeç. Bu dava bir yönüyle, 27 Mayıs 1960'tan bu yana devam eden demokratik sürece askerî darbeler sayfasını tarihin çöp tenekesine atmak için tarihî bir fırsat. Öteki yönüyle de bu dava, "devlet adına" siyasî cinayetler işleyen canilerin ortaya çıkarılarak cezalandırılması, böylelikle yargısız infazlar, "asit kuyuları" sayfasının kapanması için bir umut.
Gözaltına alınan ya da tutuklananlar arasında profesörlerin, yazarların, gazetecilerin, işadamlarının ve sair yüksek eğitimlilerin yer almasında, maalesef şaşılacak hiçbir şey yok. Dünyanın her yerinde eğitim ve gelir düzeyi yükseldikçe demokrasiye güven ve bağlılık artar. Türkiye'de ise neredeyse bunun tersi geçerli; adeta eğitim ve gelir düzeyi yükseldikçe demokrasiye güvensizlik, burun kıvırma yaygınlaşıyor. Bunun izlerini her gün gazete köşelerinde görmek mümkün.
Demokrasinin "gerici" siyasîleri iktidara getirdiği, bunun için ülkenin "zinde kuvvetler" tarafından desteklenen "ilerici" askerler tarafından yönetilmesi gerektiğini savunan militarist zihniyet, ne yazık ki, aşılamadı. Demokrasimizin en büyük güvencesi, sıradan yurttaşların, son yerel seçimlerde bir kez daha gösterdikleri gibi demokrasiye, onun en temel unsurlarından biri olan oy hakkına sahip çıkmaları. Seçim tarihimizin tanıklık ettiği gibi, Türkiye'de seçmenler partileri iktidara getirdikleri gibi iktidardan süpürmeyi de biliyor. Umarız yerel seçimlerde alınan sonuçlar, görece eğitimli ve varlıklı kesimler arasında demokrasiye güvenin artmasına bir nebze yardımcı olur.
Ergenekon soruşturması ve davası, yargıçlar ve savcılar açısından çok çetin bir görev. İşlerini doğru yapabilmek için toplumun birçok dokunulmazlarına dokunmak zorundalar. Bunun için de "kelle koltukta" görev yapıyorlar. Toplumun desteğine ve saygısına layık bir hizmet veriyorlar. Ne var ki, bu soruşturma ve davanın hukuk düzeninin bütün gereklerine, harfiyen uyularak yürütülmesi şart. Savunma avukatlarının dile getirdikleri şikâyetler titizlikle dikkate alınmak zorunda. Bu davanın, iktidarın muhalefeti susturma aracı olduğunu iddia eden Ergenekon muhiplerinin elindeki en büyük koz, bu şikâyetlerin yayılması ve haklılık kazanması. Hukuk devletinin bütün gereklerine uyulması gibi, suçları ne olursa olsun, seksen yaşını aşmış bir köşe yazarının sabah karanlığında gözaltına alınması ya da kanser tedavisi gören bir hanım profesörün bütün evrakına el konulması gibi kamu vicdanını rahatsız eden ve kuşku uyandıran uygulamalardan kaçınılması da şart. Bu uygulamalar da davayı "sulandırma" gayretlerinin ekmeğine yağ sürüyor.
12. dalga üzerine söyleyeceklerim bunlar. Genelkurmay Başkanı'nın Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmaya gelince: Davetli olmadığım için konuşmayı televizyondan izledim. Davet edilmiş olsaydım gider miydim, bilmiyorum. Ama Genelkurmay toplantılarında basına uygulanan kısıtlamaların kabul edilebilir olmadığı muhakkak. Toplantılara davet edilecek medya kuruluşlarında objektif, nesnel kriterlere, örneğin temsil ettikleri tiraj büyüklüğüne göre sınırlama elbette yapılabilir. Ama sübjektif, yani keyfî sınırlamalar ne demokrasiyle ne de basın özgürlüğüyle bağdaşır. Unutulmaması gerekir ki, dışlanan gazetelerin milyonları aşan okurları da bu ülkenin yurttaşlarıdır ve TSK, faaliyetlerini onların da ödediği vergilerle yürütmektedir. Genelkurmay Başkanı'nın konuşmasıyla ilgili görüşlerim gelecek yazılarda.
ZAMAN