HAKSÖZ-HABER
Arap Baharı’nın büyük bir oyunun tezahürü olduğuna dair iddialar, komplocu tezlerle dünyaya bakmaya şartlanmış çevrelerce başından itibaren sıkça dillendirilmişti. Son süreçte Ortadoğu’da yaşanan karmaşa ve yoğunlaşan hukuksuzluklar bu kesimlerce tezlerinin ispatı gibi algılanıyor. Müslüman halkların küresel egemenlerin yedeğindeki diktatörlüklere karşı başkaldırısı olarak takdir edilmesi gereken İntifada olgusu bu çevrelerce asla anlaşılmayacak. Şehir Üniversitesinden Doç Dr. Nurullah Ardıç Açık Görüş’te 11 Eylül’ün Arap Baharı’na etkilerini tartışıyor.
***
Doç.Dr. Nurullah Ardıç İstanbul Şehir Üniversitesi/ STAR
11 Eylül ‘Arap Baharı’nı etkiledi mi?
Orta Doğu yine zor zamanlardan geçiyor, özellikle 11 Eylül 2001’den beri. Yabancı müdahalesi veya desteğini ima ettiği için olayın aktörlerinin pek hoşlanmadığı bir isimlendirmeyle “Arap Baharı” (ya da Arap Uyanışı) adı verilen süreç hem Orta Doğu’daki yönetici elitleri hem de analizcileri hazırlıksız yakaladı. Bu muazzam olay tek bir sebeple açıklanamayacak kadar karmaşık. Ancak hem akademide hem de popüler medyada bu karmaşık olay ‘sol’ görüşlü yorumcular tarafından genelde ya kapitalizmin (veya “sermayenin”) küresel çapta genişlemesinin bir fonksiyonu ve/ya buna bir başkaldırı ya da emperyalizmin bir başka komplosu olarak anlaşılıyor. Diğer taraftan liberal yorumcular ise bu gelişmeleri, demokrasiye doğru, adeta bir tür “görünmez el” tarafından yönlendirilen küresel bir yürüyüşün son dalgası olarak resmetmeyi tercih ediyor. Bu noktaya döneceğiz; fakat şunu söylemekle iktifa edelim ki bu karmaşık olgu, bir yandan bölgenin içinden geçtiği jeo-politik anlamda zor zamanların ürünü iken diğer taraftan da Arap dünyasındaki makro-toplumsal ilişkilerin -kaotik bir biçimde de olsa- geniş ölçekli bir dönüşümünü ve yeniden inşasını ifade ediyor. Dünyayı değiştiren 11 Eylül olayı ise dolaylı olarak da olsa ‘Arap Baharı’nı da tetikleyen bir etki yapmıştır.
11 Eylül ve egemenlik yitimi
11 Eylül’ün etkisi, bir onyıl kadar önce gerçekleşen Sovyetler’in çöküşü ve çift kutuplu dünyanın ortadan kalkmasıyla beraber düşünüldüğünde daha da net ortaya çıkar. Soğuk Savaş’ın sona ermesi süper-güçlerin Arap dünyasında diktatörlere fazla ihtiyaç duymadığı bir ortam üretti. Bu da sonuçta bölgedeki baskıcı rejimler için bir meşruiyet sorununa yol açtı -daha doğrusu bu rejimlerin kendi vatandaşlarının gözünde meşruiyetlerinin olmadığını açığa çıkardı. 11 Eylül’ün önemi de bu kriz anına denk gelmesiyle yakından ilgili: 11 Eylül sonrası ABD yönetimi tarafından başlatılan ‘teröre karşı savaş’ kampanyası Arap rejimlerinin de aralarında bulunduğu bir çok Müslüman devletin milli egemenliğini temelden sarstı (Irak ve Afganistan örneklerinde görüldüğü gibi) veya tehdit etti. Daha önceleri egemenliklerini korumak için süper-güçlerin desteğine dayanan (mahkum olan) bu rejimler, içeride de ordu, polis ve istihbarat servislerinden oluşan geniş bir güvenlik teşkilatına dayanmaktaydı. Bu muhaberat rejimlerinin dış desteğinin kalmaması halk nezdindeki meşruiyet eksikliğiyle de birleşince, Bobby Sayyid’in de belirttiği gibi, varoluşsal bir egemenlik ve meşruiyet krizi ortaya çıkardı. Bu durum da Arap dünyasında kitlesel isyanların başlamasına ve sonrasında bazı rejimlerin yıkılmasına zemin hazırladı.
Bu sebeple denilebilir ki ‘Arap Baharı’ bir anlamda uluslararası düzendeki önemli bir değişimin doğrudan olmasa da dolaylı (ve belki de planlanmamış olan) bir sonucudur; bu kat’i değişimin iki temel unsuru olan Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle çift-kutuplu küresel siyasi-askeri düzenin sona ermesi ve 11 Eylül sonrası Amerikan müdahaleciliği şeklinde billurlaşan “yeni emperyalizm” Arap dünyasındaki diktatörlüklerin zaten kısıtlı olan egemenlik ve meşruiyetlerini de iyice zayıflatarak bu rejimleri iç baskılara karşı kırılgan hale getirdi.
Haddi zatında bu rejimler zaten çift-kutuplu uluslararası düzenin birer ürünüydüler: Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın formel sömürgecilikten kurtulmasından sonra, 1950’li ve 1960’lı yıllar boyunca gerçekleşen bir dizi “milliyetçi devrimin” (yani askeri darbenin) birer sonucu olarak ortaya çıkmışlardı. Askeri cuntalar olarak bu rejimlerin çoğu (Mısır’da Nasır, Suriye ve Irak’ta Baas partileri, Cezayir’de FLN, Libya’da Kaddafi ve Yemen’de de benzer kişi ve gruplar) halk desteği ve popüler meşruiyete dayanmak yerine Sovyetler Birliği ve Soğuk Savaş atmosferinden beslenmişler ve Sovyet devlet sistemi ile “Arap sosyalizmi” ideolojisini benimsemişlerdi. (Ancak Nasır örneğinde görüldüğü gibi bazıları özellikle İsrail ve ‘Batılı emperyalistler’ ile olan gerilim zamanlarında geçici olarak halk desteğini de almışlardı.) Bölgedeki diğer rejimler (örneğin Suudi Arabistan ve 1979-öncesi İran) ise kapitalist blok ve özellikle ABD’nin desteğine dayanmışlardı -bazıları hala öyle. Askeri darbelerle kurulan bu rejimler mevcut parlamentoları kapattılar, siyasi rekabet ortamını yok ettiler, ekonomiyi devletleştirdiler ve sivil toplumu boğdular. Böylece bütün potansiyel siyasi ve ekonomik güç merkezlerini ortadan kaldırdılar. Bu rejimler ayrıca siyasi organlarını (Libya’da Cemahiriyye, Mısır’da Arap Sosyalist Partisi ile Suriye ve Irak’ta Baas partileri) siyasette birer tahakküm ve kontrol aracı olarak kullandılar ve böylelikle muhalefet ve sivil inisiyatiflere herhangi bir alan bırakmamaya çalıştılar. Ancak bunda tam başarılı olamamışlardı; zira özellikle İslami muhalefet daha ziyade illegal nitelikteki faaliyetleri için enformel şebekeleri başarıyla kullanageldiler. Bütün bu rejimler ise ayakta kalmak için Soğuk Savaş boyunca dışarıdan (ABD ve Sovyetler Birliği’nden silah, para, istihbarat ve know-how almak ve uluslararası arenada her daim bu güçlerin desteğini bulmak suretiyle) askeri-siyasi ve ekonomik desteğe, içeriden de yoğun şiddete dayalı güvenlik önlemleri ve etkili bir espiyonaj sisteminin yanı sıra siyaset ve ekonomide patrimonyal mekanizmalara (ve bu sayede ürettikleri, rejime sadık, küçük bir imtiyazlı elit gruba) ihtiyaç duymuşlardı.
Ancak bilindiği gibi bütün bunlar son bir-iki yıldır köklü bir değişim geçirdi. Yukarıda da değinildiği gibi, Sovyetler Birliği’nin (ve çift-kutuplu uluslararası düzenin) çökmesi ve son on yıldaki hızlı Amerikan yayılmacılığı ile beraber bu rejimler dış destek sistemlerini büyük oranda yitirdiler. Bunun sonucunda bu rejimlere yönelik tehdidin ekseni içeriden (dahili muhalefet) dışarıya (milli egemenliklerinin zayıflaması) kaymış; dahası bu rejimlerin bu gelişmeyi engelleyecek güçleri de kalmamıştı. Zira yeni ortaya çıkan siyasi ortamda meşruiyet ve hakimiyet sorunları had safhadaydı. Bunun neticesinde bu ülkeleri yöneten elitlerin siyasi, ekonomik ve ideolojik imtiyazlarının zemini ortadan kalkmış, ellerinde yalnızca -hala baskın konumdaki- askeri güç kalmış oldu. Bu bağlamda orduların davranışları (ki bunlar da tamamen ‘hür iradenin’ bir sonucu olmaktan ziyade generallerin meşruiyet ve iktidarları açısından yaptıkları kar-zarar hesabının bir fonksiyonudur) ‘Arap Baharı’ sürecinde meydana gelen olayların yönü konusunda belirleyici olmuş, -Libya, Mısır ve Suriye örneklerinde olduğu gibi- farklı ülkelerde farklı sonuçların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. (Fakat bu ayrı bir yazı konusudur.)
‘Arap Baharı’ komplo mu?
Bu noktada vurgulamak gerekir ki 1990 ve 2001 sonrasında yaşanan küresel düzendeki değişimlerin etkisine rağmen ‘Arap Baharı’ uluslararası güçlerin (ABD veya kapitalizm gibi) planlayıp uyguladıkları bir komplo değildir. ‘Arap Baharı’na sempatiyle yaklaşsın ya da yaklaşmasın, komplocu yaklaşımlar olaylara tek-yanlı ve miyop bir bakışla malul olmanın yanı sıra Arap Uyanışı’ndaki isyan ve devrimlerin aktörlerinin her hangi bir failiyet (agency) ve iradeleri olmadığını da varsayar. Buna göre Orta Doğu’nun Arap-Müslüman halkları tarihin gerçek bir aktörü olamaz; zira Bobby Sayyid’in de belirttiği gibi, Batı-dışı toplumlar tarihi ithal edebilirler, ama tarih yapamazlar. Bu komplocu yaklaşımlardan bir kısmı da (her hangi bir delil göstermeksizin) ‘Arap Baharı’nın, kitleleri demokratik dönüşüme doğru yönlendiren Amerikan stratejisi (veya komplosu) tarafından yaratıldığını (ya da en azından bundan esinlendiğini) vurgulayarak bu şekilde ABD’nin (ve Batı’nın) 11 Eylül sonrasında kendisine düşman (ya da artık gereksiz) gördüğü rejimleri tasfiye ederek bölgedeki hegemonyasını perçinlediğini ileri sürer.
Bu komplocu yaklaşımların bir başka önemli problemi ise şudur: bu görüşlerin en aşırı anti-Amerikan ya da anti-emperyalist olanları bile bölgedeki mevcut Amerikan hegemonyasını (yani askeri, siyasi ve ekonomik hakimiyetinin yanı sıra ideolojik ağırlığını da) desteklemektedir, zira Amerika’nın ya da Batı’nın desteği/kışkırtması olmaksızın muhalif de olsa herhangi bir güç ve failiyetin tasavvur edilemeyeceğini varsayar. Bu anlamda bu süreci “Arap Baharı” olarak isimlendirmek de doğru değildir -her ne kadar bu yazıda kolaylık olsun diye bunu yapıyor olsak da.
Her ne kadar Mısır ve Suriye örneklerinde Arap Uyanışı sürecinin -şimdilik- başarısızlığa uğradığı görülüyorsa da başlangıcı itibariyle bu sürecin tabandan bir halk hareketi olduğu aşikardır. Zaten sürecin geri döndürülmesi (çabaları) ancak dış destek yoluyla mümkün olabilmiştir: Mısır’da Suudi Arabistan ve Batı’dan, Suriye’de ise Rusya ve İran’dan alınan askeri ve siyasi destek eski rejimlerin ayakta kalmasını (veya yeniden ihya edilmesini) mümkün kılmıştır. Burada Türkiye’nin tavrı ise güçlünün değil, haklının yanında olmaya devam etmek olmalıdır.