1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. “Sen Ne Zaman Geldin Bu Bağa?”
“Sen Ne Zaman Geldin Bu Bağa?”

“Sen Ne Zaman Geldin Bu Bağa?”

Gidecek başka yerleri olmadığı için parklarda yaşamak zorunda olan mülteciler hakkında son zamanlarda başlatılan kara propagandaya değinen Tuncer Köseoğlu, bu propagandaya katılanlara “Sen ne zaman geldin bu bağa?” diye soruyor.

03 Temmuz 2017 Pazartesi 22:30A+A-

Zehir...

Tuncer Köseoğlu / Serbestiyet

Yaz geldi... Sahillere, denize kıyısı olan parklara akın etti ahali. Akın etmeleriyle birlikte o parkları kışın soğuğunda, ayazında ve yağmurunda mesken tutanları fark ettiler. Belki de farkındaydılar onların; bakıp geçtiler, nasıl olsa yaz gelince onların olacaktı deniz kıyıları. Öyle olmadığını yaz gelip sıcakların bastırmasıyla anladılar. Kışın soğuğunda parkları mesken tutanlar, ülkenin gerçek sahipleri ve efendileri olduğunu sananlara geri çekilip “Siz yazın keyfini çıkarın, kışın buralara yine geliriz” demediler, diyemediler çünkü onların gidecek başka bir yeri yoktu... İşte orada koptu kıyamet, efendiler ayaklandı!

Birkaç gündür sosyal medyada parklarda kışı geçiren Suriyeli mültecilerin videoları, fotoğrafları paylaşılıyor. Bu paylaşımla birlikte herkes demesem de büyük bir çoğunluk, memleketin elden gittiğinden dem vurup, içindeki ‘zehri’ akıtıyor. Öyle ya bu mülteciler; oturacağımız parklarda gireceğimiz denizlerin kıyılarında ‘tuhaf’ giysileriyle dolaşıp bizim modern yaşam özgürlüğümüzü engelliyor, rahatsız ediyorlar. Hani en hafif deyimle “Dağdan gelenler, bağdakileri kovdu” böylece. Aleni yapılan ırkçılık modern yaşam söylemleriyle bir güzel örtülüyor... Kimse de kalkıp sormayı akıl etmiyor bu ırkçılara, “Sen ne zaman geldin bu bağa?” diye...

Mültecilerin kendilerine yaşam alanı seçtikleri park ve sahil kenarlarında yemek pişirip mangal yapmasını diline doladı bağdaki sakinler. Bir de donla denize girme meselesi var haliyle. Modern insan öyle mi, asla donla denize girmez... İstanbul’un 1900’lü yıllarını en güzel anlatan yazar olan Ahmet Rasim şöyle der bir gezi yazsısında “Yazları, Galata kenarında insanlar denizde hamam yapardı. Kalabalık olur bu aylarda sahiller.” Hamam yapmaktan denize girmeye terfi etmişiz ne de olsa her türlü ırkçı söylemimizi, mülteci karşıtlığımızı ‘don’ üzerinden yapabiliriz...

Hafta sonu mültecilerle ilgili çekilen görüntülere verilen tepkiler ve ırkçı söylemler arasından bir tanesi özellikle ilgimi çekti. Ki, diğer tepkilerin yanında ‘ırkçı’ olmadığı gibi insancıl bile kalır. Hürriyet Gazetesi muhabiri İsmail Saymaz, “Resmi kayıtlara göre Türkiye’de 3 milyon Suriyeli var. 500 bini burada doğan çocuklar. Tahminler o ki çoğu kalacak. Peki biz ne yapacağız?” diye bir tweet attı dün. Bilgi içeren bir tweet ilk bakışta. Sonunda bir “ne yapacağız” sorusu olmasa? Irkçılık zaten böyle başlıyor; daha önce gelip yerleşenlerin sonradan gelenlerle ilgili gösterdiği kaygıyla. İsmail’le aynı coğrafyanın çocuğuyuz. Tek farkımız benim atalarımın İsmail’in atalarından daha önce gelip yerleşmiş olmasıydı…

Çocukluğumun Rize’si özellikle çay üretimi ile ilgili gelirlerin artmasıyla birlikte Erzurum’a bağlı İspir İlçesi’nden ve köylerinden çok göç aldı. Ki, İspir ve köyleri Rize’ye komşu sınırdaydı. Bu yeni gelenler en ağır işlerde çalıştılar. Tutunabilmek için başta hamallık olmak üzere her türlü işi yaptılar. İspirlileri aşağılamak için kullanılan ‘hamal lastiği’ diye bir kavram vardı. Kara lastik, çok severdim. Ayağı iyi kavrardı, plastik topa sağlam vururdun onunla. Kolay yırtılmadığı için ayrıca severdim. Bu sayede ev halkından dayak yemezdim. Hatırlıyorum, kötü bir şey olduğunda İspirden göç edenler suçlanırdı. Alaya alınırdı bu yeni göçenler... Bir anlam veremezdim buna çocukken; Rize gibi sadece Türkiye’ye değil, dünyaya göç veren bir şehir sonradan gelen komşu ilçenin insanlarını niye böyle aşağılıyor diye...

Derelerden çok sular aktı, İspirliler şehrin alay edilen, aşağılanan toplumu olmaktan çıkıp Rize’nin ticari hayatına yön verenler oldu. İyi de oldu; zenginlik, farklılık yarattı kente. Geçtiğimiz yıl babama sormuştum, “Biz nerden buraya göç ettik?” diye. Babam yüzüme bakıp, “Sibirya’dan göç ettik. Orta Asyalıyız ” diye cevap verdi. Babam, uzun boylu bir adam, hiç de öyle Orta Asyalı tipi yok. Dedemin de yoktu. Köyümüzün adı Rumca... Bir şeyler anlattı babam, pek ikna olmadım. Babam da ikna olmuş gibi anlatmıyordu zaten. Bir yerlerden göçüp gelmiştik yurt bellemiştik işte...

İsmail’in ailesi ve kendisi böyle bir aşağılanmayla karşılaştı mı bilmiyorum. Ama bildiğim şu ırkçılığın asıl tehlikeli olanı açıktan yapılanı değil. Geldiğin yeri, edindiğin kültürü koruma adına yapılanıdır. Habis gibi yayılır vücudun her hücresine. Daha da kötüsü bunun ırkçılık olduğunu bile bilmez insan. O nedenle bu topraklarda doğan 500 bin Suriyeli mülteci çocuktan endişelenmesin İsmailgiller. O çocuklar, ne olursa olsun bu ülkede büyüyecek ve yurt belledikleri topraklarda güzel şeyler yapacaklar. Bakarsın içlerinden biri İsmail gibi gazeteci olur; ailesinin yaşadıklarını, tutunma çabalarını aktarır gelecek kuşaklara...

İnsanlık tarihine göre bir saniye bile olmayan ömrümüzde yaşadığımız yeri ve atalarımızın yurt bellediği yeri önemsiyoruz. Önemsemeliyiz de. Bunu yaparken bizden sonra gelenlere de yer açalım. Eğer atalarımız, başta yaşamak olmak üzere değişik bir yerlerden bir yerlere göçmeseydi, biz olmazdık. İnsanlık da...

HABERE YORUM KAT

5 Yorum