“Sen bize bu acıyı unutturma ya Rabbi!”
Fatma Barbarosoğlu, bayramın birçok İslam beldesinde bayram gibi olmadığına dikkat çekerken unutma hastalığına karşı teyakkuz çağrısı yapıyor.
Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
Bayram neşesinin dışında kalmamak, lâkin içine de girememek...
Yirmi yılı aşkın bir süredir, burada çok bayram yazısı yazdım/yayınladım. Tanık olduğum sahneleri harflerin gövdesine yükledim. “Nerede o eski bayramlar!” sızlanışı yerine günün bayramlarını dikkatinize ve rikkatinize sundum. Bulunduğum mekânın içinde, nefes aldığım zamanın iklimini, sizlere sunmaya çalıştım. Bazen bir otobüs yolculuğu esnasında karşılaştığım bir sahne idi harflerin gövdesine yüklediğim, bazen Anadolu’nun mütevazı bir pazarında bayram alışverişi yapan baba oğulun hikâyesi.
Bir “Ah!”da bin acı gizli bayramlarımız oldu. Her defasında, “Bayram bir ibadettir, bayramımız bayram olsun” diye bitirdik temennilerimizi.
2020 Baharında, 2020 Baharının en yalnız Ramazan-ı şerifinde, dünya hayatının bir mühlet olduğunu idrak etti bazılarımız. Virüs paydasında “İnsanlar kardeştir” diye eşitlendiğimiz yanılgısını yaşadık bir müddet. İnsan insanın kurdu değil, insan insanın yurdudur ilkesine iman ettik. İmanımızı tazeledik.
“Hayat eve sığar” diyen küresel dünyanın sloganına inandık.
Sonra… Sonra çok şeyler oldu. Çok başka şeyler. İnsanlar evlerine hapsedilmişken, tekinsizliğin korkusu altında mahpus yaşarken… Transhümanizm çağının mimarlarının, ıssız sokaklarda yeni hayat düzenini eski acıları aratır şekilde düzenlediğini bazılarımız gördü, bazılarımız gör(E)medi.
Transhümanist düşünce sadece bilginin değerini, konumunu, amacını değiştirmeye talip değil. Maksat, gelecek düzenlemesi değil, geçmiş de yeniden bugünün emrine amade olarak düzenlenecek. Önce edebî metinlerden “istenmeyen kelimeler ayıklanarak” başladı işlem. 1984 romanı ile bütün bunların olabilirliğini kabul edecek bir bilinç hazırlığından mı geçmiştik? G. Orwell’in niyeti bu değildi. O gelmekte olan faşizmi, yakın gelecek üzerinden distopik bir metin olarak tahayyül etmiş, tahayyülünü tasvire dönüştürmüş ve ortaya çıkan bu metin ile insanları olmakta olanı algılayacak bir idrak için hazır hale getirmek istemişti. Dünün distopik tasviri, günün “gerçeği ve bilimi” oldu maalesef.
“Sana zehri gümüş tabakta değil, altın tabakta sunacaklar” dendi bize, lâkin aklımızda tutamadık. Niye sevindiğimizi bilmediğimiz şeylere sevindik durduk.
Obama ABD’nin Başkanı olduğunda, “ilk siyahi Müslüman Başkan” diye sevinmelere doyamayan yurdum insanları olmuştu. Vanlılar kurban kesmişti mesela.
İskoçya’nın Müslüman Başkanı oldu diye sevindi sosyal medya ahalisi.
Avrupa’nın başkentlerinde Müslüman belediye başkanları oldu. E sonra ne oldu?
Müslümanlar doğruya doğru, yanlışa yanlış diyemedikten sonra, filan şehrin belediye başkanı Müslüman oldu diye, şehirler “Noel kutlamalarını aratmayacak şekilde” Ramazan-ı şerif için de süslendi diye sevinecek miydik! Sevindi nitekim bazılarımız. Pek sevindi. Fotoğraflarda güzel duran her şeyi seven, her şey için sevinenler bir yana düştü; kalbi olanlar, kalbi kanayanlar bir yana.
Kalbimiz kanıyor. 7 Ekim 2023’ten bu yana, yani aylardır, Aylardır, AYLARDIR Gazze bombalanıyor. Binlerce çocuk, bebek öldü. Kimi açlıktan can verdi kimi bombalar altında. Yazarlar, şairler, gazeteciler, doktorlar öldürüldü.
Gazze’de çocuklar, toprağa karışmış unu altın tozu biriktiren madenciler gibi toplamaya uğraşırken biz marketlerde boykot olmayan ürün kovaladık; muktedirler İsrail’e mühimmat vermeye devam etti.
2023’ün Ramazan Bayramı’na depremde hayatını kaybetmiş vatandaşlarımızın yası ile girdik. Bütün ailesini kaybedenlerin kederini duaların gücü ile aşmaya uğraştık. Onların acıları hâlâ taze, yaraları kabuk bile bağlamadı. En acı olan ile karşılaştığımızı zannettiğimizde “Allah’ım bu acıyı unutturma!” diye dua ederiz. 2023 Bayramına harabeler arasında, “Sen bize bu acıyı unutturma YA RABBİ!” diye girmiştik.
2024 Ramazan Bayramı’na Gazze’de 17 bin yetimin ahı ile giriyoruz. O çocukların bayramı bayram olmayacak asla.
Gazze şehitlerinin ahı için tarihin en kısa vaazını verdi, Filistinli vaiz Mahmut Hasenat, Ramazan-ı şerifin son cumasında: “Hayatımın en kısa Cuma hutbesini bugün verdim: Eğer otuz bin şehit, yetmiş bin yaralı, iki milyon evsiz Filistinli, ümmeti uyandıramıyorsa, benim sözlerim ne işe yarayacak? Kalkın namaz kılın.”
Biz bu haberi nereden öğreniyoruz? Hasenat’ın X hesabından yaptığı duyurudan.
“Kuşlar gibi hür” başlayan sosyal medya, her şeyin üzerine çekilmiş bir çarpı işareti olarak yoluna devam edebilir. Lâkin bizim hiç de bize ait olmayan, asla olmayacak olan sosyal medya hesaplarından gayrı ne var elimizde!
Namaz kılıyoruz, dua ediyoruz… Gerçekten dua edebildiğimizden emin miyiz? Dua, kameralar karşısında, sosyal medya ortamında en çok etkileşimi almak, bu vesile ile takipçi sayısını arttırmak için en süslü, sözüm ona en duygusal kelimeleri arka arkaya sıralamak DEĞİLDİR!
Dua, kâinatın yaratıcısına acziyet içinde yakarışın ateşi ile, kalbimizdeki, zihnimizdeki, dilimizdeki kelimelerin kor haline gelişidir. Kaçımızın duasında içimizdeki közün ateşini yüzümüze alev topu gibi düşüren gözyaşları var?
Bayramınız bayram olsun. Bayramımızın bayram olması için en yakındaki yetime de en uzaktaki yetime de selamımızı ulaştırmamız gerekiyor. Yoksa kalbimiz bu ağır dünya imtihanını hiç kaldıramayacak.
HABERE YORUM KAT