Selçuklu yurdunun baştan aşağı Şiîleştirilmesi...
Taha Kılınç, İsfahan'daki gezisi esnasında bölgenin Şiileştirilme şeklini de analiz ediyor.
Taha Kılınç / Yeni Şafak
Nısf-ı Cihân
Baharatçı ve aktar dükkânlarının doldurduğu kalabalık çarşılardan geçerek, İsfahân’ın ara sokaklarında yürüyoruz. Nihayet önüne geldiğimiz küçük hazirenin kapısı kapalı. Kilidi açacak olan zatı telefonla arıyoruz. O gelinceye kadar, rotamızı İsfahân’ın en ihtişamlı eserlerinden cuma camiine çeviriyoruz. Birkaç dakika sonra, kendimizi Selçuklu mimarîsinin göz alıcı detaylarının hâlâ yıldız gibi parladığı devasa külliyenin içinde buluyoruz.
İsfahân Cuma Camii, ilk defa Abbâsî halifelerinden Mansûr döneminde –771 civarında– inşa edilen, sonraki yüzyıllarda yapılan ilavelerle sürekli genişleyen muhteşem bir eser. Bugünkü görünümünü 1050’de İsfahân’ı fetheden Büyük Selçuklular eliyle kazanan cami, İlhanlılardan Safevîlere, bölgeyi hâkimiyeti altına alan her medeniyet ve devletten izler taşıyor. Caminin abidevî eyvanlarını, sütunlu yan galerilerini, Selçukluların muktedir veziri Nizâmülmük’e atfedilen kubbeyi ve çevresini adımlarken, tarihe odaklanmamı engelleyen tek şey, ana avluya bakan eyvanlardan birine yerleştirilen Humeynî ve Hamaney posterleri oldu. Tarihî bir esere yönelik bu hoyrat muamele, aynı zamanda İsfahân’ın Selçuklu mazisine kastî bir tasallut gibi göründü gözüme.
Az sonra yeniden o hazirenin önündeyiz. Biz gelene kadar kapısı açılmış. Usulca içeri süzülüyoruz. Evet, iki-üç basamak yüksekliğindeki merdivenlerin başında, süslü bir mermer taşın altında, bir devre damgasını vuran Hâce Nizâmülmülk (1018-1092) yatıyor. Hemen arkasındaki bir başka taşın Melikşah’a ait olduğu rivayeti var. Hazire, son derece sade, hatta adeta metruk. Bu da İran’ın mevcut ideolojisinin doğrudan bir yansıması. Siyasetnâme adlı eseriyle çağların ötesinden bugüne hâlâ seslenmeyi sürdüren Nizâmülmülk’ün başucuna çöküyorum hemen. Kabrini ziyaret, kendisini sanki canlıyken görmüşüm ve dizinin dibine oturmuşum gibi etkiliyor beni.
İsfahân’da Selçuklu atalarımızı böylece ziyaret ettikten sonra, şehrin simgesi durumundaki Nakş-ı Cihân (Dünyanın Nakşı) Meydanı’na geçtik. Burası, Safevîlerin İran topraklarında bıraktığı en önemli izlerden bazılarını taşıyan, 160x560 metre boyutlarında devasa bir alan. Devletin başkentinin 1598’de Şah Abbâs tarafından Kazvîn’den İsfahân’a taşınmasıyla, şehrin bugünkü silueti oluşmaya başlamış. Farklı noktalara inşa edilen Şah Camii, Şeyh Lütfullah Camii ve Âlî Kapu meydanın odaklarını oluştururken, çarşılara çıkan kapılarla ve çift katlı hücrelerle mekân zenginleştirilmiş. Nakş-ı Cihân’dan dışarı çıktığınızda ise sizi İsfahân’ın tarihî, kültürel ve tabiî güzellikleri karşılıyor. Meydan, şehirle öylesine bütünleşmiş ki, karşınızda nefes alıp veren, canlı bir organizmanın olduğunu görüyorsunuz. İsfahân turistik bir şehir, ama aynı zamanda kendi günlük rutinini de doğal bir şekilde yaşamaya devam ediyor.
İsfahân’ı adımlarken, kadim Selçuklu yurdunun baştan aşağı Şiîleştirilmesi sürecini düşündüm sürekli. Safevî-Osmanlı mücadelesinin tesirleri vardı bunda şüphesiz, ancak son dönemde İran’ın mevcut yönetimi söz konusu politikayı bütün faaliyetlerinin merkezine yerleştirmişti. Bir coğrafyanın tarihî karakterinin değiştirilmesi ve ona yeni bir kimliğin giydirilmesi meselesi, bilhassa İsfahân’da derinden hissediliyor.
Şah Abbâs’ın kabri, bekleneceği üzere görkemli başkenti İsfahân’da değil, kuzeydeki küçük Kâşân şehrinde, kenar mahallerden birindeki küçük bir türbenin içinde. 1588’de henüz 17 yaşındayken Safevî tahtına oturan, sonraki 41 yıl boyunca bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’yla mücadele ederken bir yandan da mülkünü sağlamlaştıran Şah Abbâs’ın böyle adeta unutulmuş bir mezarda yatıyor olması ibretlik bir durumdu. Mermer sandukaya bakarken, uzun istikrar döneminin siyasî kaosla zehirlenen akıbetini, 41 yılın sonunda babalarına savaş açan muhteris şehzadeleri, çocuklarının gözüne mil çektiren evhamlı bir babayı ve paranoya ve melankoli içinde ömrünü tüketen çaresiz bir hükümdarı gördüm.
Şah Abbâs’ın yaptırdığı ihtişamlı abideler ve bunların etrafına serpiştirilen bahçe, köprü ve saraylarla İsfahân o derece güzelleşmiş ki, artık İstanbul, Kahire ve Semerkand’la yarışan İsfahân için, Acemler “Nısf-ı Cihân” (Dünyanın Yarısı) demişler. Bu iddialı çıkışa cevap, yine İstanbul’dan, Nedîm’in diliyle gelmiş:
“Bu şehr-İstanbul ki bî mislu bahâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır”
(Bu İstanbul şehri ki, paha biçilemez kıymettedir,
Tek bir taşına, bütün Acem ülkesi feda edilir.)
***
Geçtiğimiz hafta, perşembeden pazara gerçekleştirdiğim 4 günlük İran seyahatinin notlarını aktarmaya cumartesi devam edeceğim nasipse. Sırada Sultâniye-Kazvîn-Alamut rotası var.
HABERE YORUM KAT